On yıl önce yine bir savaş ardından (4 Eylül 2013) bir köşe yazıma şöyle başlık atmışım;
Akbabalar Havada.
EVET! Ortadoğu da yine savaş var… ve yine akbabalar havada.
Elinde yavan ekmeği yerde cansız yatan çocuk…
Parçalanmış minicik vücuduna konmuş onlarca sinek.
Hemen yanı başında, kapısı açılmış bir kafes içinde ölü yatan muhabbet kuşu.
(Belli ki çok sevdiği kuşu ile kaçmak isterken bomba parçalarına kurban olmuşlar.)
Az ötede minicik gözleriyle patlayan bombayı ‘yılbaşı eğlencesi’ sanan, çok katlı bir binanın çökmesini bilinçsizce izleyen 5 yaşında bir yavru. Adı Ahmet, Mişon, Maria ne olursa olsun…
Etraf toz-duman… kan gölü her taraf… barut ve yanık kokuları.
Akbabalar yine havada!!!
Bu kez daha besili, daha güçlü, daha iştahlı, daha acımasız.
Ben savaş istemiyorum!..
Ben, Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün, dünya literatüründe kabul gören, ancak bazı kesimlerin çıkarları uğruna kulak ardı ettikleri;
’’YURTTA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ!..’’
’’VATAN SINIRLARI TEHLİKEYE GİRMEDİĞİ SÜRECE SAVAŞ CİNAYETTİR!..’’
diyen düşüncelerini benimsiyorum.
Ve ben; ünlü Alman yazar, şair ve rejisör Eugen Berthold Friedrich Brecht’in (1898 – 1956),
tavsiye ettiği fikri benimsiyorum;
“Düşün, cephede savaş var fakat her iki tarafta cepheye gitmiyor.’’
Ve ben; Erich Maria Remarque’nun(1898-1970), ’’İm Westen nichts Neues’’ (Batı cephesinde yeni bir şey yok) isimli savaş karşıtı romanını seviyor, destekliyorum.
GAZETECİ…
Tayfun Talipoğlu(1962-2017), tüm Türkiye’yi adım, adım gezen, ülkem insanlarının yaşam hikâyelerini ekranlara getiren ‘insancıl’ kişiliği ile tanınan birisi…
O, çok sevdiği çocuklarla sohbetler eder, onların renkli, masum, tertemiz dünyalarını görüntülerdi.
Bu görüntüleri haber yapsaydı ne derdi acaba?
(Tayfun Talipoğlu, 2007 yılından ölümüne kadar UNİCEF ‘İyi niyet elçisi’ olarak hizmet verdi.)
Didim’i de çok severdi Tayfun. Biz de onu sevmiş, bağrımıza basmıştık.
Rahmetli Didim’e son geldiğinde sohbet arasında; ’’…Ben gazeteciliği bırakacağım artık, şarkıcı olacağım…’’ dedi.
Espri yapıyor sandık fakat ciddi söylemişti. Şaşırdık. Neden, diye sorduğumuzda;
— ’’… Ben gazetecilerin sansürsüz; ’şunu yaz, bunu yazma’ denilmeden, özgürce yazı yazamadıkları bir Türkiye görüyorum artık… son zamanlarda emir almadan ’dikta’ edilmeden yazabilen gazeteci sayısı o kadar azaldı ki…
Yazılmasını istemedikleri yazıları yazan kalemlerin elleri ile birlikte kırıldığını,
Mürekkep hokkalarının döküldüğünü görüyorum.
— Atatürk’ün önderliğinde kurulan bir Cumhuriyet’in, nasıl sonu karanlık, dibi olmayan bir kuyuya iteklendiğini, gericiliğe doğru sürüklendiğini görüyorum…
— Çoğu kez gördüğünü görmemezlikten gelen, ’’Ferman Efendümüzündür’’ der gibi el-pençe duran kişiler, kuruluşlar ve bu duruma karışmayan politikacılar görüyorum.
O kişileri seçip milletvekili olarak meclise gönderenler şimdi; Ben ne yapabilirim ki diyerek çaresizce televizyon karşısında oturup beyin uyuşturan dizileri, gericiliğe özendiren filimler izlemekteler.
Hatta; ’’Ben ne yapabilirim ki?..’’, ’’Bana Dokunmayan Yılan Bin Yaşasın’’ diyenler gün geçtikçe çoğalıyorlar.
Rant uğruna ormanlarımızı yok eden, gözdağı vererek gazetecilerin yazı yazmalarını engelleyenlere sesini çıkaramayan, ceylan derili koltuklarında oldukça mutlu ve mesut maaş alan o milletvekillerini sen seçmedin mi?
Savaş çığırtkanlarını, onlarca, yüzlerce çocuğun öldürülmesine, daha gömülememiş cesetleri parçalamak için havada tur atan akbabaların uçmasına sebep olan o kişilere hakkımızı helal etmiyoruz. ETMEYECEĞİZ DE!..
‘Ben savaş istemiyorum, savaşlara son’ diyenlere,
Saygılarımla…