Bir hikâyem var diyordum ya sizinle de paylaşmak istiyorum.
Herkesin vardır mutlaka bir hikâyesi ama bu hikâye tarihin tekerrür ettiğinin ve 45 yıldır en azından benim yaşıma kadar hiçbir şeyin değişmediğine mükemmel bir örnek olacaktır.
Köy yaşantısını yaşamayan bilemez tabii ama köyden kente hızlı göç kentlerimizi büyük köyler haline getirildi. Sınıflar arasındaki geçişler Türkiye’de mecburi ve hızlı olduğu için kentlerimizin de çok modern olduğunu söyleyemeyiz.
Modern olmadığı gibi köy yaşantısını ve kültürünü kentlileri ezerek üzerine çıktı.
İstanbul İstanköy oldu. Bu Türkiye’nin diğer sanayi kentlerinde de aynı şekilde gelişti.
Huylu huyundan vazgeçemedi. Köyde doğduğum 6 yaşına kadar kendi köyümde büyüdüm. Sonra mecburiyetler bizi Ankara’ya getirdi.
Bir köy yaşantım ve birde Ankara yaşantım oldu.
Ama bizim köyümüzden koptuğumuz hiç olmadı. Kente geldik ama…
Bu seferde köye mecburiyetimiz çıktı.
Kent eğitimsiz ve sermayesiz yani vasıfsız insan beslemiyordu ve bizim kışlık ihtiyaçlarımızın hepsi köyden geliyordu.
Öyle bedavadan da değil tabii…
Bizim yaz tatilimiz köyde geçerdi.
Tatil derken tatil olarak değil, herkes kendince çalışarak.
Çalışacağız ki kışın gelecek unu, bulguru, tedarik ve hak edelim.
Anam tarlada, evde, abim mal güderek, kızlarda kendi üzerine düşen işler de çalışırdı, çalışmak zorundaydı.
Bunları birçoğumuz yaşamışsınızdır
Hikâyelerimizde ortak yan çoktur mutlaka;
Şimdi asıl anlatmak istediğim benim dedem 1900 doğumluydu. Köylerde kişiler ve sülaleler lakapları mahlalarıyla anılırdı. Mesela Gözü küçükler, Kırnalar, bize de Zobar’ın evi derlerdi. Dedemin lakabı da zobardı. Bana kimin oğlusun dediklerinde otomatikman ‘’Zobar’ın Durağın oğluyum’’ derdim.
Rahmetli dedem öldüğünde ben 2 ya da 3 yaşındaydım. Ama bana onun adını verdikleri için dedem hiç ölmemiş gibi hikâyelerini dinledim herkes ismimi sorunca ‘Salih’ dediğimde dedemle olan bir anısını anlatır. Öve öve bitiremezdi. Sanki dedem yaşıyordu, hep canlıydı bende.
Zobar dedem imkânları yerinde, güçlü, kuvvetli bir adammış.
Mazlumun yanında olan herkesin elinden tutarmış.
Zor gününde herkese yetişirdi.
Dedem lafını esirgemeyen mert bir adamdı.
Dedem için genel kanı da hala böyledir.
Ondan beslenen onun ekmeğini yiyenlerin haddi var hesabı yoktu.
Dedemin bir bilici tarafı da vardı. Kimin nankör olup olmadığını da bilirdi.
Zobar dedeme bu lakap birazda astığı astık kestiği kestik (zorba)tavrından dolayı verilmiş.
Köylük yerde güçlü olacaksın, sağlam duracaksın ki kendini koruyabileceksin bunu yapamazsan köylünün eğlencesi olursun. Bu her yerde böyledir aslında.
Köyde basit meselelerden dolayı çok büyük düşmanlıklar doğar, çoğu zamanda mevzuu incir çekirdeğini doldurmaz ama şiddeti büyük olurlar.
Dedem de bu konularda çok gaddar ve taviz vermeyen bir adammış.
Yazmakla bitmez bizim köy mevzuları. Ancak bir konu var ki onu bu günümüze cuk oturan ve kahpelik adına tüm kuşaklara ders olarak anlatılması gereken bir konu. Sizinle de bunu paylaşacağım.
Hani Türk hücumlarından korunmak için Çinliler Çin seddini yapmışlar ya, bizimkilerde dölderenin de Çin oyunlarından daha kurnazca bir korunma yolu seçen bir şahısla ilgili. Tamamen gerçek ve tamamen duygusallığın dışında bir olay. Biz zobarın evi, biraz şer, biraz gaddar ama onurlu, kişisel çıkarı ve hırsı için değil toplumsal çıkarı için zorba…
Küçük adamlar, küçük çıkarları için, birçok oyun ve entrikalar yaparmış. Zobar’ın şerrinden kurtulmak ve ufak kemiklerde kapabilmek için şöyle bir yol izlemişlerdir.
Sülalerine Mavıya (Yani Muaviye) de denilen Hasan Ağa, ağalık falan yok da ben öyle deyim.
Köyde Hassik diye adlandırılan şahıs bizim sülaleye akraba olmak için çocuk yaştaki kızını emmime veriyor.
Bu kız verme olayı da çok değişik de anlatılırdı. Ortanca kızı önermiş o kız başka biriyle nişanlanmış. Nişanlısı da bırakmış başka biriyle kaçmış kala kala elinde küçük kızı kalmış ama ne olursa olsun kızı verecek ve zobara akraba olacak, sırtını zobara dayayacak ve biraz heriflenecek. Dediğini de yapmış, artık zobarın evinden ufak tefek nemalandığı gibi sağa sola posta koyduğu da olurmuş.
Ama adamın karakteri, fitne ve fesatlık üzerine kurulu olduğu için geçmişteki ezikliği ve kuyruk acısını unutmaz, akraba olduğu sülalenin her an açığını arar, fırsat kollamaktan geri durmazmış.
Hem kapısında, ama kuyu kazmaya da devam, böyle bir maya, böyle bir karakter…
Bu tabii ki ondan sonra ki kuşaklara da yansımış…
Cinsi cinsine çektiği de bu gün torununa ve torbalarına yansımıştır. Bunu nerden anlıyoruz? Biz biliyoruz da siz nereden anlayacaksınız? Şöyle ki…
Aradan yıllar geçiyor ve zobar dedem hastalanıyor. Bir gün yatağa düşüyor, kısmen felç oluyor.
Aslında dostunu düşmanını tanıma numarasıdır bu. Olay duyulunca üzülenler candan üzülüyor. Nankörler de bir bayram havası.
Nankörlerden bir kaçı toplanıp aralarında durum değerlendirmesi yapıyorlar.
Biri diyor ki “zobar ağır hastaymış gidip ziyaret edelim, geçmiş olsun diyelim, onu saydığımızı bildirelim. Aksi takdirde zobar yeniden eski gücüne kavuşursa bizim için hiçte iyi olmaz” diyorlar.
Nankörlerin başında duran fırsatçı, ezik hemen söz alıyor ve oda şöyle diyor ‘’Ben her gün evindeyim zaten, dünürüm benim düzeleceği yok.”
“Gitti gidecek”
“Gözümüz aydın”
Bir de küfür sallıyor peşinden. “Kalkamaz artık gulak asmayın heri” diyor.
Rahmetli dedemle ilgili hiçbir kötü benzetme kötü bir anı duymadım, başka köylerden insanlar da zobarın torunu olduğumu öğrenince gerçekten bir sevinme bir hürmet yarışı, bir ilgi alaka görürdüm hep gururlandım.
Nur içinde yatsın hele de adımı söyleyince insanlar kalkıp bir daha öpüp hoş sözlerle onure ettiler hep.
Hikâyeyi artık bir kenara bırakalım.
Didim’deki HASSİK‘lere de bir bakalım.
Bu hasislikler yurdumun her yerinde varmış, ben öldü hasis diyordum ama ölmemiş…
Didim’de ki hasislikler de kendilerini biliyorlar artık.
Kamacını etrafında ki hasislikler ne de çabuk sırıttı. Evet, bu olumsuzluğun bir olumlu tarafı var.
Mümin Kamacı’nın da hepimizin de bu işlerden bir şeyler öğrendiğimizi düşünüyorum.