Rıdvan Eşin
Esnaf Odaları Bidliği
Le Pain
Hasan Öğdüm
Köşe Yazarı
Hasan Öğdüm
 

Flaubert, Unamuno VE Erıch Fromm’la yaşamsal ipuçları üzerine

             21. yüzyılın dünyasının hayat oyuncularıyız. Herkesin kendince bir rolü var. Oyuncuların çoğu bilinçsiz. Zorunlu rollerin figüranlığından öte değiliz. Hayatın akışı senaryonun kendisi. Ana karakterler, yapımdakiler; güç sahipleri. Bu dünyada gücü kendi adlarına ve yine kendileri için kullananlar. Ülkelerin yönetimine aday siyaset insanlarıysa başrolleri paylaşıyorlar. Evet, ortada bir senaryo var ama oynayanlar mutlu değil. Kendi yaşamsallıklarını sürdürebilme pahasına rollerini oynamaya mecbur olduklarından bu oyunu sürdürüyorlar. Sevip hoşlanmadıkları bir oyun içerisinde rol almak, rollerde bir değişikliğe gidememek, gidilebilse bile filmin final sahnesini değiştirebilecek bir hamleyi yapamıyor olmak. İşte bu kadar monoton, tatsız… Senaryonun ışığı altında ele aldığımızda, evrenin bilinmez bir köşesinde bir planette geçiyor her şey. Aslında inanılmaz renklerle bezenmiş, doğal yaşamın kendi canlılığını sürdürdüğü dönemden başlamak en doğrusu. Çünkü bu insanın hikâyesi… İnsan karakterinin sahne almaya başladığı günden itibaren üzerinde yaşadığı dünyanın da değiştiğini, canlılığın başkalaşıma uğradığını görüyoruz. Varoluşunda, içindeki sevgi kavramını hep korusa da bir karşıtlığın oluşması kaçınılmaz. Polarite yaklaşımı altında sunulan şiddet bunun en paha biçilmezi. Şiddetin uygulama alanları sürekli değişiyor. Dönemden döneme yapılan keşif ve icatlar şiddetin boyut ve derinlik kazanmasına inanılmaz yardımcı oluyor. Tabii, şiddetin ana etmenlerini unutmamak gerekir. Ego; sahip olma arzusu ve sahiplikle güce erişme, insanları kontrol altına alma güdüsü… Tıpkı hayvanlarda olduğu gibi, sürüyü ben yönetirim, lider benim, güç bende! Ya bu güce sahip olmanın bedeli? Kan, bolca kan, kendi ırkının kanı! Pekiyi, insani fark nerede, insan ait olan, insanı insan yapan değerler nerede? Bu şiddet ve sömürü senaryosu insan ne kadar evrimleşse de sürmeye devam etmekte. “Öldürme coşkusunun en güzel tanımlandığı yerlerden biri G. Flaubert'in “Başrahip Aziz Julian'ın Destanı” adlı kısa öyküsüdür. Flaubert burada doğumunda büyük bir fatih ve aziz olacağı önceden haber verilen bir adamı anlatır; bu kişi öldürme heyecanını keşfedeceği güne dek normal bir çocuk olarak büyür. Kilisedeki ayinler sırasında, birkaç kez duvardaki oyuktan çıkıp koşuşturan küçük bir fare görür, bu onu kızdırır; fareyi ortadan kaldırmaya karar verir. «Sonra, kapıyı kapattı, küçük ekmek kırıntıları serpe serpe merdivenlerden mihraba kadar çıktı, elinde sopayla oyuğun önünde durdu. Uzun bir süre bekledikten sonra önce küçük pembe bir burun göründü, sonra da tümüyle fare ortaya çıktı. Fareye şöyle bir vurduktan sonra artık hareket etmeyen küçük gövdenin önünde şaşkın kalakaldı. Yere bir parça kan bulaşmıştı. Kanı koluyla çabucak silip fareyi dışarı fırlattı ve kimseye bir şey söylemedi. »Daha sonra aynı kişi bir kuşu boğarken kuşun debelenmeleri yüreğini ilkel, gümbür gümbür bir coşkuyla doldurarak onu heyecanlandırır". Kan dökmenin coşkusunu tattıktan sonra hayvanları öldürmek onun başlıca tutkusu olup çıkar. Hiçbir hayvan elinden kurtulacak ölçüde güçlü ya da çevik değildir artık. Onun için kan akıtmak yaşamı aşmanın tek yolu olarak en büyük kendini doğrulama biçimidir. Yıllarca tek tutkusu, tek heyecanı hayvanları öldürmek olmuştur. Geceleri eve vahşi hayvan kokuları içinde, üstü başı kana, çamura bulanmış" olarak döner. «Onlardan biri olmuştur artık. "Bir hayvana dönüşme amacına nerdeyse ulaşmıştır; ama insan olduğundan bunu gerçekleştiremez. Bir ses ona, sonunda annesiyle babasını da öldüreceğini söyler. Korkuya kapılarak şatosundan kaçar; hayvanları öldürmekten de vazgeçer; artık her yere korku salan, ünlü bir askeri önder olmuştur. Kazandığı en büyük utkulardan birinin sonunda armağan olarak kendisine olağan üstü güzellikte, sevgi dolu bir kadın verilir. Savaşçılıktan vazgeçer, kadınla birlikte mutlu bir yaşam kurar, oysa sıkıntı ve çöküntü içindedir. Bir gün gene avlanmaya başlar; ama garip bir güç bütün atışlarını boşa çıkarmaktadır. «Sonra eskiden avladığı hayvanların tümü ortaya çıkarak onun çevresinde sımsıkı bir çember oluşturdu. Bazıları yere çömelmişti, bazıları dimdik ayaktaydı. Julian ortada, korkudan taş kesilmiş, kılını bile kıpırdatmadan öylece duruyordu. "Karısına, şatosuna dönmeye karar verir; bu arada yaşlı anne-babası gelmiş, karısı onlara kendi yataklarını vermiştir; karısıyla aşığı sanarak ikisini de öldürür. Böylece ilkelliğin en düşük düzeyine indikten sonra büyük değişme başlar. Gerçekten de Julian kendini yoksullara ve hastalara adayan bir aziz olur; sonunda ısıtmak amacıyla bir cüzzamlıyı bile kucaklar; «Julian kendini cennete götüren Kutsal İsa'yla yüz yüze, uçsuz bucaksız maviliklere doğru yükseldi. »Flaubert bu öyküsünde kana susamışlığın özünü anlatmaktadır, der Erich Fromm “Sevginin ve Şiddetin Kaynağı” adlı eserinde. Ve şöyle devam eder: Ölüm sevgisi sorununun özü konusunda 1936'da İspanyol düşünürü Unamuno'nun yaptığı kısa konuşmadan daha güzel bir açıklamayla karşılaşmadım. Bu konuşma Unamuno'nun İspanyol İç Savaşı'nın başlangıcında rektörü bulunduğu Salamanka Üniversitesi'nde General Millan Astray'ın verdiği bir söylev üzerine yapılmıştı. General'in en çok benimsediği ilke «Viva la muerte!»ydi, Yaşasın Ölüm! Hayranlarından biri salonun arka taraflarından böyle bağırmıştı. General söylevini bitirdiğinde Unamuno ayağa kalkarak şunları söyledi: «Az önce ölüm dolu, akıldışı bir bağırış duydum: 'Yaşasın ölüm!' Yaşamını, başkalarında anlayışsızlık dolu öfkeler yaratan çelişkileri çözmeye adamış olan ben yetkili bir uzman olarak şunu söylemeliyim ki bu yakışıksız çelişki bende nefret uyandırıyor. General Astray sakat bir insandır. Bunu küçümser bir tonla söylemiş olmayayım. Kendisi bir savaş yaralısıdır. Cervantes de öyleydi. Ne yazık ki İspanya şimdi sakatlarla dolu. Tanrı yardımımıza koşmazsa sayıları daha da artacak. General Millan Astray'ın toplumun ruhuna egemen olduğunu düşünmek bana acı veriyor. Cervantes'in ruh yüceliğinden yoksun olan sakat bir insanın çevresinde ölüm yaratarak uğursuz bir rahatlık peşinde koşması kaçınılmazdır.»Bunun üzerine Millan Astray kendini daha fazla tutamadı. «Abajo la inteligencia! Kahrolsun aydın kafalar! diye bağırdı. Bu söz üzerine Falanjistler'den destekleyici bir bağırış daha yükseldi: «Yaşasın Ölüm! »Ama Unamuno sözlerine devam etti. «Burası aydın kafaların tapınağıdır. Ben de onun başrahibiyim. Bu tapınağın kutsal niteliğini lekeleyen sizlersiniz. Kazanacaksınız, çünkü elinizde yeterli kaba kuvvet var. Ama hiçbir zaman insanlarda inanç yaratamayacaksınız. Çünkü inanç yaratabilmek için onları ikna etmeniz gerekir. İkna etmek için de sizde bulunmayan bir şey gereklidir: Akıllı ve haklı bir savaşım verebilmek. Size İspanya'yı düşünün demeyi gereksiz buluyorum. Söyleyeceklerim bu kadar.» Ölümseverlik eğiliminin karşıtı yaşamseverliktir. Yüzyıllardır savaşan ve düzenleri öldürme üzerine kuran bir dünya şimdi ölümle yüz yüze. Hiç bu kadar ölüm ve ölüm korkusu konuşulmamıştı. İnsan zaman varken yapmadıklarını, zaman varken düşünmediklerini hiç bu kadar sorgulayacak zamana sahip olmamıştı. Gerek hayatın önüne koyduğu, en büyük soru işareti bırakan ölümü ve neden şimdiye dek bu denli ölümcül davrandığını. Belki bunlardan çıkaracağı büyük dersler sayesinde yaşama daha bir başka ve dört elle sarılacak yeniden. Şimdilik bunları düşünmek bile “büyük ders”in önemli ipuçları gibi…
Ekleme Tarihi: 30 Nisan 2020 - Perşembe

Flaubert, Unamuno VE Erıch Fromm’la yaşamsal ipuçları üzerine

            

21. yüzyılın dünyasının hayat oyuncularıyız. Herkesin kendince bir rolü var. Oyuncuların çoğu bilinçsiz. Zorunlu rollerin figüranlığından öte değiliz. Hayatın akışı senaryonun kendisi. Ana karakterler, yapımdakiler; güç sahipleri. Bu dünyada gücü kendi adlarına ve yine kendileri için kullananlar. Ülkelerin yönetimine aday siyaset insanlarıysa başrolleri paylaşıyorlar.

Evet, ortada bir senaryo var ama oynayanlar mutlu değil. Kendi yaşamsallıklarını sürdürebilme pahasına rollerini oynamaya mecbur olduklarından bu oyunu sürdürüyorlar. Sevip hoşlanmadıkları bir oyun içerisinde rol almak, rollerde bir değişikliğe gidememek, gidilebilse bile filmin final sahnesini değiştirebilecek bir hamleyi yapamıyor olmak. İşte bu kadar monoton, tatsız

Senaryonun ışığı altında ele aldığımızda, evrenin bilinmez bir köşesinde bir planette geçiyor her şey. Aslında inanılmaz renklerle bezenmiş, doğal yaşamın kendi canlılığını sürdürdüğü dönemden başlamak en doğrusu. Çünkü bu insanın hikâyesi

İnsan karakterinin sahne almaya başladığı günden itibaren üzerinde yaşadığı dünyanın da değiştiğini, canlılığın başkalaşıma uğradığını görüyoruz. Varoluşunda, içindeki sevgi kavramını hep korusa da bir karşıtlığın oluşması kaçınılmaz. Polarite yaklaşımı altında sunulan şiddet bunun en paha biçilmezi.

Şiddetin uygulama alanları sürekli değişiyor. Dönemden döneme yapılan keşif ve icatlar şiddetin boyut ve derinlik kazanmasına inanılmaz yardımcı oluyor. Tabii, şiddetin ana etmenlerini unutmamak gerekir. Ego; sahip olma arzusu ve sahiplikle güce erişme, insanları kontrol altına alma güdüsü… Tıpkı hayvanlarda olduğu gibi, sürüyü ben yönetirim, lider benim, güç bende! Ya bu güce sahip olmanın bedeli? Kan, bolca kan, kendi ırkının kanı! Pekiyi, insani fark nerede, insan ait olan, insanı insan yapan değerler nerede? Bu şiddet ve sömürü senaryosu insan ne kadar evrimleşse de sürmeye devam etmekte.

“Öldürme coşkusunun en güzel tanımlandığı yerlerden biri G. Flaubert'in “Başrahip Aziz Julian'ın Destanı” adlı kısa öyküsüdür. Flaubert burada doğumunda büyük bir fatih ve aziz olacağı önceden haber verilen bir adamı anlatır; bu kişi öldürme heyecanını keşfedeceği güne dek normal bir çocuk olarak büyür. Kilisedeki ayinler sırasında, birkaç kez duvardaki oyuktan çıkıp koşuşturan küçük bir fare görür, bu onu kızdırır; fareyi ortadan kaldırmaya karar verir. «Sonra, kapıyı kapattı, küçük ekmek kırıntıları serpe serpe merdivenlerden mihraba kadar çıktı, elinde sopayla oyuğun önünde durdu. Uzun bir süre bekledikten sonra önce küçük pembe bir burun göründü, sonra da tümüyle fare ortaya çıktı. Fareye şöyle bir vurduktan sonra artık hareket etmeyen küçük gövdenin önünde şaşkın kalakaldı. Yere bir parça kan bulaşmıştı. Kanı koluyla çabucak silip fareyi dışarı fırlattı ve kimseye bir şey söylemedi. »Daha sonra aynı kişi bir kuşu boğarken kuşun debelenmeleri yüreğini ilkel, gümbür gümbür bir coşkuyla doldurarak onu heyecanlandırır". Kan dökmenin coşkusunu tattıktan sonra hayvanları öldürmek onun başlıca tutkusu olup çıkar. Hiçbir hayvan elinden kurtulacak ölçüde güçlü ya da çevik değildir artık. Onun için kan akıtmak yaşamı aşmanın tek yolu olarak en büyük kendini doğrulama biçimidir. Yıllarca tek tutkusu, tek heyecanı hayvanları öldürmek olmuştur. Geceleri eve vahşi hayvan kokuları içinde, üstü başı kana, çamura bulanmış" olarak döner. «Onlardan biri olmuştur artık. "Bir hayvana dönüşme amacına nerdeyse ulaşmıştır; ama insan olduğundan bunu gerçekleştiremez. Bir ses ona, sonunda annesiyle babasını da öldüreceğini söyler. Korkuya kapılarak şatosundan kaçar; hayvanları öldürmekten de vazgeçer; artık her yere korku salan, ünlü bir askeri önder olmuştur. Kazandığı en büyük utkulardan birinin sonunda armağan olarak kendisine olağan üstü güzellikte, sevgi dolu bir kadın verilir. Savaşçılıktan vazgeçer, kadınla birlikte mutlu bir yaşam kurar, oysa sıkıntı ve çöküntü içindedir. Bir gün gene avlanmaya başlar; ama garip bir güç bütün atışlarını boşa çıkarmaktadır. «Sonra eskiden avladığı hayvanların tümü ortaya çıkarak onun çevresinde sımsıkı bir çember oluşturdu. Bazıları yere çömelmişti, bazıları dimdik ayaktaydı. Julian ortada, korkudan taş kesilmiş, kılını bile kıpırdatmadan öylece duruyordu. "Karısına, şatosuna dönmeye karar verir; bu arada yaşlı anne-babası gelmiş, karısı onlara kendi yataklarını vermiştir; karısıyla aşığı sanarak ikisini de öldürür. Böylece ilkelliğin en düşük düzeyine indikten sonra büyük değişme başlar. Gerçekten de Julian kendini yoksullara ve hastalara adayan bir aziz olur; sonunda ısıtmak amacıyla bir cüzzamlıyı bile kucaklar; «Julian kendini cennete götüren Kutsal İsa'yla yüz yüze, uçsuz bucaksız maviliklere doğru yükseldi. »Flaubert bu öyküsünde kana susamışlığın özünü anlatmaktadır, der Erich Fromm “Sevginin ve Şiddetin Kaynağı” adlı eserinde.

Ve şöyle devam eder: Ölüm sevgisi sorununun özü konusunda 1936'da İspanyol düşünürü Unamuno'nun yaptığı kısa konuşmadan daha güzel bir açıklamayla karşılaşmadım. Bu konuşma Unamuno'nun İspanyol İç Savaşı'nın başlangıcında rektörü bulunduğu Salamanka Üniversitesi'nde General Millan Astray'ın verdiği bir söylev üzerine yapılmıştı. General'in en çok benimsediği ilke «Viva la muerte!»ydi, Yaşasın Ölüm! Hayranlarından biri salonun arka taraflarından böyle bağırmıştı.

General söylevini bitirdiğinde Unamuno ayağa kalkarak şunları söyledi: «Az önce ölüm dolu, akıldışı bir bağırış duydum: 'Yaşasın ölüm!' Yaşamını, başkalarında anlayışsızlık dolu öfkeler yaratan çelişkileri çözmeye adamış olan ben yetkili bir uzman olarak şunu söylemeliyim ki bu yakışıksız çelişki bende nefret uyandırıyor. General Astray sakat bir insandır. Bunu küçümser bir tonla söylemiş olmayayım. Kendisi bir savaş yaralısıdır. Cervantes de öyleydi. Ne yazık ki İspanya şimdi sakatlarla dolu. Tanrı yardımımıza koşmazsa sayıları daha da artacak. General Millan Astray'ın toplumun ruhuna egemen olduğunu düşünmek bana acı veriyor. Cervantes'in ruh yüceliğinden yoksun olan sakat bir insanın çevresinde ölüm yaratarak uğursuz bir rahatlık peşinde koşması kaçınılmazdır.»Bunun üzerine Millan Astray kendini daha fazla tutamadı. «Abajo la inteligencia! Kahrolsun aydın kafalar! diye bağırdı. Bu söz üzerine Falanjistler'den destekleyici bir bağırış daha yükseldi: «Yaşasın Ölüm! »Ama Unamuno sözlerine devam etti. «Burası aydın kafaların tapınağıdır. Ben de onun başrahibiyim. Bu tapınağın kutsal niteliğini lekeleyen sizlersiniz. Kazanacaksınız, çünkü elinizde yeterli kaba kuvvet var. Ama hiçbir zaman insanlarda inanç yaratamayacaksınız. Çünkü inanç yaratabilmek için onları ikna etmeniz gerekir. İkna etmek için de sizde bulunmayan bir şey gereklidir: Akıllı ve haklı bir savaşım verebilmek. Size İspanya'yı düşünün demeyi gereksiz buluyorum. Söyleyeceklerim bu kadar.»

Ölümseverlik eğiliminin karşıtı yaşamseverliktir. Yüzyıllardır savaşan ve düzenleri öldürme üzerine kuran bir dünya şimdi ölümle yüz yüze. Hiç bu kadar ölüm ve ölüm korkusu konuşulmamıştı. İnsan zaman varken yapmadıklarını, zaman varken düşünmediklerini hiç bu kadar sorgulayacak zamana sahip olmamıştı. Gerek hayatın önüne koyduğu, en büyük soru işareti bırakan ölümü ve neden şimdiye dek bu denli ölümcül davrandığını. Belki bunlardan çıkaracağı büyük dersler sayesinde yaşama daha bir başka ve dört elle sarılacak yeniden. Şimdilik bunları düşünmek bile “büyük ders”in önemli ipuçları gibi…

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve aydinyeniufuk.com.tr sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.