İnsan dünya sahnesinde kendini göstermeye başladığı günden beri, iyi ve kötü olgusu da hayatın içindeki rollerini almaya başlamışlardır.
İnsana hikâye ve mitlerle verilmeye çalışılan yaşamsal olgular, bir ders çıkarma ve hayatı buna göre düzenleme üzerine kuruludur.
Dil kurumumuz iyiliği, iyilik olma durumu; kötülüğü kötülük olma durumu yalınlığında tanımlanmaktadır. Felsefi arayışta iyiliği varlıkla, kötülüğü yoklukla ilişkilendirebiliriz.
Hayatın anlaşılması, biraz da zıtlıklarla ilgilidir. İyiliği ve kötülüğü karşıt kutuplar olarak ele alırsak, tarih boyunca yapılanları daha açık ve net olarak görebiliriz.
Bireysel tekâmül (olgunlaşma) doğası içindeki insanı ve tüm canlılığıyla doğayı; kısaca dünyayı korumacı olarak gelişen genellikle savunmacı olan bu yaklaşımla, kendi kültür köklerinden gelen ve insanlar arasında bir toplum düzeni oluşturmak isteyen anlayışın tarihsel süreçten günümüze daha baskıcı, daha otokrat, daha totaliter ve daha saldırgan üsluplarla bireysel hak ve özgürlükleri yok etmeye çalıştığına şahitlik ediyoruz.
Zamanla, iyi ve kötü arasında bir savaşıma evrilen bu durum; iyileri iyilikten umudunu kesmeye, kötüleri ise daha azgın bir çizgiye sürüklemektedir.
Bireyin hak ve özgürlüklerinin elinden alındığı, devlet aygıtının totaliterce yönetenlerin insafına bırakıldığı, hukuk anlayışının yerle bir edildiği bir dönemde yaşıyor olmak, iyilerin direncini daha da arttırmalıdır.
Devlet aygıtı bir baskı aracı değildir, öyle görülmemeli ve o şekilde kullanılmamalıdır. Devlet aygıtının kullanım hakkını elinde bulunduran iktidar sahipleri, toplumun ve onun biricik üyesi bireyin mutluluğu ve refahı için çalışmalıdır.
İyilik gerçekten insana hizmet ediyorsa iyiliktir ve bunu yapana iyi denir.
Evrenin varoluşuna aykırı hareket edemezsiniz. Aksi felaket olur.
Evrenle uyumlu olun, onunla hemahenk olun. Kendinizle ve toplumla barışık yaşayın. Kavganın, yasakların, özgürlükleri kısıtlamanın, hak ve adalet duygularını yok etmenin dünyaya bir katkısı olmayacaktır.
Tarihsel rövanşların alınmaya çalışıldığı, içinde yaşadığımız bu 21.yüzyılda, dönemin yerelde dinsel tabana dayalı kavgalarının küresel ölçekte tüm dünyayı kasıp kavuracak bir fırtınaya dönüşmesi için zemin en uygun hale getirilmeye çalışılıyor. Siyasi aktörler bir filmin “-mış” gibi anlatımlarını sahnelemeye devam ediyor. Sanki her şey karşılıklı bir “danışıklı dövüş” anlayışıyla sürüyor.
Şu an ülkemizin içinde bulunduğu durum tam da 100 yıl öncesinde Ulu Önder’in yüksek öngörüyle tarif ettiği gibidir:
“Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.”
Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.
Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.”
Gençliğe hitabenin bu kısmını sadeleştirelim:
“Zorla veya hile ile yüce vatanın bütün kaleleri ele geçirilmiş, bütün tersanelerine girilmiş ve vatanın her köşesi doğrudan doğruya işgal edilmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acı veren ve daha içler acısı olmak üzere, memleketin içindeki güç sahipleri aciz, doğruluktan çıkmış ve hatta ihanet içinde bulunabilirler. Hatta bu güç sahipleri kişisel çıkarlarını, işgalcilerin siyasi amaçlarıyla bağdaştırabilirler. Millet, çaresizlik içinde bitkin ve halsiz duruma düşebilir.”
Evet, ülke çok önceden ve sinsice yapılan gizli planlarla çağdaşlık yolundan uzaklaştırılmak için tüm sahip olduğu kaynaklarından uzaklaştırılmış; geçmişiyle, kuruluş değerleriyle maddi ve manevi tüm bağları koparılmaya çalışılmıştır. Halk gerek kanun dışı, gerek çok yüksek vergilerle ekonomik olarak zayıflatılmıştır. Üreten, ihraç eden bir ülke konumundan çıkılarak, 1980 öncesi yaşanan gümrük duvarları yükseltilmiş, ithal ikameye dayalı bir model kendini göstermeye başlamıştır. Kuruluş ve sonrasında yapılan tüm sanayi işletmeleri satılarak işlevsizleştirilmiş, üretim noktasında tükenme sınırına ulaşılmıştır. Tarımsal üretim, çiftçi bir bitiştedir; kendi kendini besleyen yedi ülkeden biri olma konumundan çıkarılarak ekmeğini kendi buğdayından üretemez konuma getirilmiştir. Ordu gücü, bambaşka bir biçime büründürülmüştür. Ülkenin demografik yapısı karmakarışık hale getirilmiş; milyonlarca insan ülkemize anlamsızca doldurulmuştur. Bölgesel savaş ve güdümlü siyaset ülkemizin gerçek anlamda “beka”sını tehlikeye sürüklemektedir. Yönetimi elinde tutan iktidar, ülkeyle ve milletle bir oyuncak gibi oynamaktadır.
Kötülüğün ve kötülerin kazanamayacağı bir sistem içerisinde iyiliği yok etmeye çalışmak bu Dünyayı ve insanı yormaktadır.
O zaman seslenelim:
“İyi; iyi insan olmak için iyiliği sevmek, yeniliği kabul etmekle olur. İyi insan, insanüstü olur. İnsanüstü olan ise olgunlaşmasını tamamlamış, dünyaya faydalı insandır. İnsanüstünü bulun!”
İnsanların özgürlüklerini kısıtlamak, hakikate ulaşmanın önünde bir engel oluşturmayacaktır.