Rıdvan Eşin
Esnaf Odaları Bidliği
Aydem
Rıdvan Eşin

İlk kıvılcımın 100. Yıldönümü: 19 Mayıs 2019!

GÜNCEL 19.05.2019 - 13:39, Güncelleme: 01.12.2020 - 14:50 3847+ kez okundu.
 

İlk kıvılcımın 100. Yıldönümü: 19 Mayıs 2019!

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna giden, Osmanlı'nın küllerinden bir ulus inşa eden ve milli mücadelenin "örgütlü" ilk kıvılcımının atıldığı günün 100. yıldönümü!

AYDIN- Atatürk'ün, "Benim doğum günüm" diyerek Türkiye'nin doğuşu ile kendisini özdeşleştirdiği 19 Mayıs'ın 100. yılı. Eskiden başbakanların, bazı partilerin genel başkanlarının aniden hastalandığı, Anıtkabir'e gitmedikleri, katılmadıkları törenlere isyanın yıldönümü… Tören alanlarından okul bahçelerine, sınıflara kovalanan, sıkıştırılan ve "kıstırılan" yıldönümlerine direnişin yıldönümü. Mutlu ve kutlu bir gün Atatürk'ün, "Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır" dediği günlerin 100. yıldönümü. Atatürk'ün, "Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır" dediği günlerin 100. yıldönümü. Anadolu'nun yeniden Türkleştiği 1071'in 948. yıldönümü… Atatürk'ün, "Bu memleket dünyanın beklediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu" dediği günlerin 100. yıldönümü. Atatürk'ün, "Bu sahne, 7 bin senelik en aşağı bir Türk beşiğidir" dediği; "Beşiği tabiatın rüzgârları salladı, beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı, onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu" dediği; "Bir gün, o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu. Türk budur, yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir" dediği günlerin 100. yıldönümü. Türkiye Cumhuriyeti'nin, dünya siyasetinin ana rahmine düştüğü günün 100. yıldönümü. (Türkiye Cumhuriyeti'nin Regaip gecesi!) Ve, bazı kişiler tarafından başkentimizin, milli marşımızın içinde bulunduğu "Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez" ilk üç maddesinin değiştirilmek istendiği günlere direnişin yıldönümü. Yani, "Atatürk'e ait ne varsa yok edilmek" istenilen günlere direnişin yıldönümü. 1919'un 100. yılında, birinci asrında (yüzyılında), üç gün sürecek bu dizi yazımızda, bölümler halinde hatırlatmalar yapacağız. ÇÜNKÜ, BİR YÜZYILA SIĞMAYAN VE HALEN DEVAM EDEN MÜCADELEYİ ÜÇ GÜNE SIĞDIRMAK, TIPKI AKİF'İN "GEL SENİ TARİHE GÖMELİM DESEM SIĞMAZSIN" DEDİĞİ GİBİ ASLA MÜMKÜN DEĞİLDİR! İŞGAL BAŞLIYOR... HALK SESSİZCE SEYREDİYOR.. 15 Mayıs 1919 Perşembe.. Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından dört gün önce, güzel yurdumuzun incilerinden İzmir işgal ediliyor. Halk sessiz ve üzgün seyrediyor. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa'nın "mukavemet edilmemesi" emri yüzünden Türk kuvvetleri kışlalarına çekildiler. İngiliz, Fransız, Yunan bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) öğleden sonra, mevkii müstahkemleri (savunma tesislerini), kaleleri işgal ediyorlar. GÜNLERDEN BERİ İzmir Limanı’nda toplanmakta olan yabancı harp gemilerinden öğleden sonra bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) indiler ve kentin çeşitli noktalarını işgal ettiler. İngiliz birlikleri, Karaburun ve Uzunada tarafını, Fransız kuvvetleri Urla ve Foçalar'ı, Yunan müfrezeleri de Yenikale'yi kontrolleri altına aldı. Halk sokaklara, kordon boyuna yayılarak sessizlik içinde bu işgali seyretti. Yıllarca bu ülkenin ekmeğini yiyen, para kazanan şehirdeki Rumlar ise, şenlikler yaptılar ve karaya çıkan Yunan silâhendazlarını büyük gösterilerle karşıladılar. İzmir'i işgal eden Yunan askerleri. İzmir'i işgal eden Yunan askerleri. İzmir'in işgalinde yerli Rum kızları Yunan bayrağı ile işgalcileri karşılıyor. HÜKÜMET: İŞGALE İNANMAYIN! HARBİYE NAZIRI Şakir Paşa, "Bu gibi şayialara (söylentilere) ehemmiyet vermeyin" açıklamasını yapıyor!. SABAH SAATLERİNDE, 17. Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa, Harbiye Nezareti'ne (Savunma Bakanlığı'na) telgraf çekti. Komutanın telgrafından anlaşıldığına göre, resmi işgal, İstanbul Hükümeti tarafından komutana bildirilmedi. Yunan İşgal Komutanı ise, son dakikada tebligatta bulundu. Buna rağmen, Hükümetten bilgi verilmediği için, komutan kararsız. İşgalcilerle "işbirliği" içindeki İstanbul Hükümeti, kendi ordusunun komutanını aldatıyor. Komutan da, basiretsiz ve aldanma eğiliminde. Ali Nadir Paşa, telgrafında, "halktan duyduklarına dayanarak" şöyle diyor: "Halk arasındaki şayialara (söylentilere) göre, İzmir'in Yunan kıtaları tarafından işgal edileceği yahut Yunanistan'dan daha evvel İzmir'e getirilmiş bulunan Yunan Kızılhaç ekiplerinin, el altından yerli Rumlar'dan teşkil edip silahlandırdığı kuvvetler tarafından, içeriden işgal altına alınacağı ihtimali vardır. "Komutan, işgal karşısında nasıl hareket edeceğini Bakanlığa sorarak, çok acele emir bekliyor. Fakat, Harbiye Nezareti, İzmir'i savunacak olan komutana hiçbir cevap vermiyor! O sırada, Midilli Limanı’nda bekleyen Averof Zırhlısı'nda, Yunan 1. İşgal Tümeni Komutanı Albay Zafiryo, son önlemlerini yazılı emre döküyordu: "Türk mukavemetine (direnişine) imkan bırakmamak için İzmir'in etrafı süratle abluka (kuşatma) altına alınacaktır. Yabancı unsurların kent içinde kargaşalık çıkarmalarına imkan bırakılmayacaktır. Kent içinde meydana gelecek direnişleri kırmak için, Türk ve Rum mahalleleri birbirlerinden tecrit edilecektir." İşgalin planı, sabah saatlerinde Amiral Kaltorp'un başkanlığında yapılan bir toplantıda kararlaştırılmış ve saat 09.00'da, Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa ile Vali Kambur İzzet'e bir nota ile işgal tebliğ edilmişti. Kolordu kumandanı, işgal notasını alır almaz, bu kez, telgraf makinesinin başına geçti, Bâbıâlî ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa ile konuşmaya çalıştı. Harbiye Nazırı Şakir Paşa, mors alfabesinin başında cevap veriyor: "İşgal vukuuna dair Bâbıâli'ye verilmiş bir malumat (bilgi) yoktur. Amiralin bu teklifi (işgale, "teklif" diyor!), Mütareke şartları hükümleri icabından olmakla, muvafakat edilmesi (=uyulması) lüzumu tabiidir." "Efendim, bunun bir Yunan işgaline yol açacağı ısrarlı şayiaları vardır." "Bu gibi şâyialara (=söylentilere) ehemmiyet vermeyiniz! "GECE YARISINA yaklaşırken, İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Kaltorp (Calthorpe) ikinci notasını (müzik notası değil, işgal notası!) veriyor ve "esef verici olaylara meydan verilmemesini"(!) istiyor: "Mondros Mütarekenamesinin 7. maddesi gereğince, İtilaf Devletleri namına, İzmir Yunan askeri birlikleri tarafından işgal olunacaktır. Bu karar Bâbıâli'ye de bildirilmiştir. Çıkarma kuvvetleri yarın (15 Mayıs 1919) saat 08.00'de İzmir'e ulaşacaklardır. Yunan deniz silahlı müfrezeleri, saat 07.00'den itibaren iskeleleri işgal edecektir. Esef verici olaylara meydan vermemek üzere, Osmanlı kıtaları, bulundukları mahallerde kalmalıdır. Bir İngiliz deniz piyade müfrezesi tarafından işgal edilecek olan Telgrafhanede, sansür edilmek kaydıyla, resmi muhaberata müsaade edilecektir. Yunan askeri makamlarının emirlerini bekleyin." İzmir'in karşısındaki Midilli adasındaki 1.Yunan Tümeni, sabaha karşı İzmir'e hareket ediyor. İşgal başlıyor!.. "Ö d e m e s a a t i g e l m i ş t i ! "İZMİR'DEKİ TÜRK KOMUTAN Ali Nadir Paşa ise, emrindeki birliklere şu talimatı veriyor!: "İzmir müstahkem mevkii tahkimat bölgesi, bugün öğleden sonra İtilâf Devletleri kıtaları tarafından işgal edilecektir. Toplar ve diğer her türlü harp malzemesi bu kıtalara teslim edilecektir. Bu bölgelerdeki komutanlar, subaylar ve erler, esef verici olayların olmaması için (!) garnizonlarından çıkmayacaklar ve bu bölge dışında ve gerilerinde toplanacaklar, kolorduca verilecek emre göre hareket eyleyeceklerdir. Bu işgal esnasında katiyen karşı konmayacak, işgale gelecek İtilâf müfrezelerine gereken kolaylıklar gösterilecektir." Bu emri veren komutan daha sonra, Yunanlı bir işgal teğmeninden tokat yiyeceğini bilmiyordu!.. Kolordu emri nedeniyle, Türk birlikleri işgalden hemen önce sessizce çekiliyor ve düzenli hiçbir çatışma olmuyor. Ordu "tek kurşun atmadan" İzmir işgalcilere teslim ediliyor!.. Bugün bile pek çok insan, İzmir'i yalnızca Yunanlılar'ın işgal ettiğinin propagandasını yapıyor. Oysa, İzmir'e çıkanların başında İngiliz, Fransız ve İtalyanlar geliyor. Bu ülkeler, Yunanlıları ileri sürerek, onlara "işgal taşeronluğu" yaptırıyor. Kendileri, tıpkı Irak işgalinde olduğu gibi, geriden idare etmeyi tercih ediyor. Görüyoruz ki, neredeyse 100 yıl önceki taktik de aynı. Bugün yaptıkları hiç de sürpriz değil. Amerikan Basını: "TÜRKİYE: SONUN BAŞLANGICI" İzmir'in işgali, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) tarih boyunca Türkler'e hangi gözle baktığının da bir göstergesi ve dahası "tarihi bir belgesi" oldu.18 Mayıs 1919 tarihli The New York Times gazetesi, "Türkiye: Sonun Başlangıcı" başlığı altında "Türkler'e Anadolu'da küçük bir bölge bırakılabileceğini" yazıyordu: "İzmir'in işgali; Asya ve Avrupa Türkiyesi'nin her tarafında manda yönetimlerinin kurulması ve Türkiye Devleti'nin bağımsız bir imparatorluk olarak varlığının ortadan kaldırılması yolunda atılan ilk adımdır. Halen İstanbul'da bulunan Türk Sultanı'na Bursa ve civarında küçük bir bölgenin bırakılacağı tahmin edilmektedir." (...) Aynı kaynaktan verilen bir diğer habere göre, Avrupa Türkiye’si iki bölüme ayrılarak bir bölümü Yunanistan'a verilecek, diğer bölüm ise uluslararası bir devlet haline getirilecektir. İstanbul ve çevresini kapsamına alacak olan bu ikinci bölümün Amerika Birleşik Devletleri mandası altında yönetilmesi öngörülmektedir." "MASA BAŞINDA KAYBETMEK" deyiminin de, "Türk'e Türk propagandası" ya da "derin devletin psikolojik savaşının(!) ürünü" olmadığını da, yine Amerikan basını 1919 yılında belgeliyordu. The New York Times, bu haberin yayınından bir gün önce, 17 Mayıs tarihli baskısında, "İzmir Türkler'in Elinden Alındı" ve "Hesaplaşma Günü Yaklaşıyor" başlıkları ile şunları yazıyordu: "Paris'ten gelen son haberlere göre, yakında imzalanacak antlaşmalarla Avrupa'daki Türk hâkimiyetinin son kalıntıları da temizlenmiş olacaktır.(...) İzmir ve çevresindeki bu kuvvet yığınağı, Türkler'e masa başında kabul ettirilen barış şartlarının uygulanmasına geçildiğinde doğabilecek tepkilere karşı bir tedbir niteliğindedir. "Yaklaşık 100 yıl önce de, Avrupa "Türk adını tarihten silmek" ve her türlü hilelerle boyunduruk altına almak için "masa başında" oyunlar oynuyordu. Türkler'in "işini bitirmek" için, Yunanlılar "son 750 yılın en büyük fırsatını"(!) yakalamıştı. Amerikan basınının iki yıl sonra (1921'de) vurgulayacağı bu tarihi araştırdığımızda, karşımıza Miryokefalon Savaşı çıkıyor. Türkler'in 1071'de Anadolu'ya girişinden 100 yıl gibi çok kısa bir zaman sonra, "Türkler'i Anadolu'dan atmak" isteyen "Haçlılar" adındaki Avrupa'nın Birliği, bozguna uğramıştı. İZMİR VALİSİNE GÖRE, İŞGAL HABERLERİ "PARANOYA!" İZMİR VALİSİ İzzet ise, millî kuvvetleri örgütleyip, direnişi başlatmak yerine, Türk gazetelerini yalanlama, halkı tepkisizleştirme ve (İstanbul'daki) hükümete yaranma telaşındaydı. Ona göre, İzmir'in işgal edileceği haberleri "paranoya" idi!.. Herkes hayal görüyor, bir tek o gerçekleri söylüyordu!.. Köylü Gazetesi'ne tekzip gönderiyor, "Bazı kötü niyetliler, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edileceği tarzında şayialar çıkarmışlardır. Tekzip olunur"; Islahat Gazetesi'ne demeçler veriyordu, "Sorduğunuz konular, genel politikamızı ilgilendirir ki, henüz Avrupa'nın bu konuda kararları belli değildir. Ama, kuvvetle zannediyorum ki, bu ülke halkını bugün endişeye sevk eden durum, Barış Konferansı'nda gündeme gelmeyecektir! "Valiye göre, bu haberleri çıkaranlar "hayal" görüyordu: "Bunların nereden çıktığını bilmiyorum. Kuşkusuz, bu gibi söylentileri art niyetli, zihinleri hayalet ile dolu birtakım insanlar, temiz ve saf insanları kandırmak maksadıyla yaymaktadır. "Ona göre Barış Konferansı, "cihanı tanzim" ile uğraşıyordu. Yani, "dünyayı düzenleme" ile. Bugünkü adıyla, "Yeni dünya düzeni!" ile...Ve bu, devletin valisi için çok normaldi!.. Oysa, az sonra, kenti işgal edilecek, katliama uğrayacak, namusu çiğnenecek ve İzmir yakılacaktı!.. Dönemin "Nevrotik Sindrellası" vali, Barış Konferansı'nın "gayet adilâne" karar almasını bekliyordu!: "Bu dakikaya kadar, devletimizin menfaatlerine aykırı Avrupa'ca hiçbir karar olmadığı gibi, alınacak kararın ters olacağına ilişkin de bir işaret (emare) mevcut değildir. Aksine, bizi memnun edecek işaretler vardır!.." Tepesinde sallanan kılıç, az sonra, bağlı olduğu saç kılından kurtulacak ve ensesine saplanacak olan vali; Türkiye'nin işgalini kararlaştırmış ve son düzeltmeleri yapan "İşgal Konferansı"nı (yasal adı, Barış Konferansı!) savunuyordu. Hayal dünyasında yaşayan (Sindrella) ve kendisini yabancılara beğendirme çabasındaki (nevrotik) vali, "bizi memnun edecek işaretlerin olduğunu" halka propaganda ediyordu!.. Lanet!.. MUSTAFA KEMAL ise, bu arada, Nişantaşı'nda Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın evinde idi. Özel toplantıya, yeni Cevat Paşa da katılıyordu. Yemekler yenmiş, kenara çekilinmiş, kahveler içiliyordu. Damat Ferit bir harita istedi, gelen harita üzerinde konuşmaya başladı: "Paşa, yeni görevinin mahiyeti nedir? Neler yapmak istiyorsun?" 9. Ordu müfettişliğine atanan Mustafa Kemal, "Efendim" dedi, "İngiliz raporlarına göre, Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış. Biraz abartılıdır sanıyorum... Yerinde yapacağım inceleme ile bunları hallederiz. Şimdiden isabetli bir şey söyleyememekten korkarım." Teslimiyetçi Genelkurmay Başkanı, hiçbir ümit taşımıyordu: "Efendim, Paşa tabii o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecektir. Zaten nerede kuvvet kaldı ki?" Mustafa Kemal, müfettişlik yetkisi içinde "tüm Doğu illerindeki komutan ve valilere doğrudan emir verme yetkisinin" de olmasını istiyordu. Kendisini İstanbul'dan uzaklaştırmak isteyen Damat Ferit, "yetkiyi alsa da emir vereceği ordu kalmadı" düşüncesiyle bu yetkiyi kendisine tanıdı. Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki konağından birlikte çıkan Cevat (Çobanlı) Paşa, Teşvikiye'ye doğru yürürken, Mustafa Kemal'e döndü: "Bir şey mi yapacaksın Kemal?" "Evet Paşam, bir şey yapacağım!" "Allah muvaffak etsin." "Mutlaka muvaffak olacağız!" Mustafa Kemal, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydi!: "Tarih bana öyle uygun koşullar hazırlamış ki, bakanlıktan çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim." Mustafa Kemal, daha sonra Damat Ferit hakkında düşündüklerini şöyle dile getirecekti: ".. ne yazık ki İstanbul'da, 300 milyon Müslüman'ın bugün büyük umutla baktığı hilafet makamında vatan, millet düşmanı bir hükümet iktidar mevkiinde duruyor. Damat Ferit Paşa gibi cahil, haris (=hırslı), hodbin (=kibirli) bir hanedan mensubu şahıs, yüce saltanata maalesef leke olan bir millet haini, sabit fikirleri ve hayvani inadıyla vatan ve milleti, milletsiz saltanat olamayacağı için, bu arada saltanat makamını da muhakkak bir uçuruma sürüklüyor." İLK KURŞUN Gazeteci Osman Nevres (Hasan Tahsin), "ilk kurşun"u attı ve "ilk şehit" oldu...  Mustafa Kemal Samsun'a hareket ediyor... İstanbul gazetelerinin çoğunun başyazıları beyaz çıktı... "Elinde adalet meşalesi, dilinde hürriyeti akvam(ulusların özgürlüğü). Cihana haykıranlar nerede?.. "OLAYIN FARKINDA OLMAYAN "bir kısım basın", işgal yokmuş gibi o günkü baskılarında günlük yaşamdan kesitlere yer veriyordu: "Konut kiralarının 5 kat artması protesto edildi!", "Amerikan kunduraları gelmiştir. Reklam fiyatına satılmaktadır!.." Evet, gerçekten kunduralar gelmişti ama bunlar, Amerikan kundurası giyen Yunan işgal askerleri idi!.. "Bir kısım basın", "Ali Kemal'lerin basını", işgal askerlerinin postal seslerini duymuyor, Amerikan kundurasının reklamını yapıyordu!.. İzmirli Rum kızlar yol kenarlarına dizilmiş, Yunan bayrağının rengi olan mavi-beyaz elbiseler giymişlerdi. Binlerce Rum, ellerinde çiçekler ve Yunan bayrakları ile büyük sevinç gösterileri yapıyordu. Kızlar çığlık atıyordu. Güleryüz Dergisi'nde karikatür: "Ali Kemal Bey Hücre-i Mesaisinde." (29 Aralık 1921)MÜTAREKE BASINI İŞGALİ KUTSUYOR, SOYLU BULUYOR!.. İzmir işgal altında iken "mütareke basını" neyle uğraşıyordu?.. İşgal öncesi ne yapmıştı, İzmir işgal altına girince ne yaptı?.. Halkı uyandırma ve uyarma görevini yapıyor muydu?.. Millî güçlere, Kuvayi Milliye'ye destek veriyor, onların görüş ve duyurularına yer veriyor mu idi?.. Yoksa, düşmanla işbirliği mi yapıyordu?.. SOMUT ÖRNEKLER vererek, her dönem ortaya çıkan "mütareke basınının" ne yazdığını görelim. Bunlar, işgalden sonra yazdıkları önemli ilk yazılarıdır. İzmir'in işgalinden iki gün sonra, 17 Mayıs 1919:VAKİT GAZETESİ: "İŞGALE KARŞI ÇIKMAYALIM!.." "İzmir askeri tesislerinin Yunanistan işgali altına alınması kamuoyu üzerinde korkunç bir sır etkisi yaptı.(!..) Hükümetin basına dağıttığı resmi açıklama metni, bu sırrın çözümünü kolaylaştırmaktan çok biraz daha üzerini örtmektedir. (...) Gerçi bugün İzmir havalisinde müttefiklerin çıkarlarını tehdit edecek bir durum bulunduğuna ilişkin hiçbir şey yoktur. Bununla birlikte, böyle bir işgal bize göre gereksizdir. Fakat madem ki, İtilaf Devletleri kendileri için böyle bir durum olduğunu zannetmişler. Zararı yok, karşı çıkmayalım (engellemeyelim). Nihayet mütareke süresince devam edecek olan böyle bir önlem almalarına bir şey demeyelim. Eğer İzmir'i işgal eden asker İngiltere, Fransa, Amerika, İtalya devletlerinden birine mensup olsaydı, bu biçimde bir akıl yürütme geçerli ve mantıklı olabilirdi. Fakat gerçek bu merkezde değildir. İzmir limanına çıkarılan asker Yunan kuvvetlerinden oluşmaktadır. Sırf bir Mütarekenamenin uygulanması biçim ve niteliğinde olsa bile İzmir'in Yunan kuvvetleri tarafından işgali Türkler ve Müslümanlar tarafından derin bir üzüntü ile karşılamak için yeterlidir. Bununla beraber sorun bundan ibaret kalsaydı, bugüne kadar derin acılara katlanan Anadolu Türk ve Müslümanları buna da geçici olarak sabır ve sükut ile katlanmayı göze alırdı. Ne yazık ki böyle değildir. İzmir'in işgalinin anlamı, bundan daha başka daha acı bir gerçeği içerir. Amiral Kaltorp (Calthorpe) tarafından merkezi hükümete verilen notaya göre, İzmir'in işgali Mütarekenâme'nin değil, belki Paris Barış Konferansı'nın hakkımızda aldığı kararlar arasındaki bir maddenin uygulanmasından ibaret olduğu anlaşılmaktadır. İşte bütün Anadolu'yu en derin endişe ve azaplar içinde kıvranmaya mecbur eden şey, meselenin bu yönüdür.(...) Türkiye meselesi basit bir iş değildir. Ve en pürüzlü mesele Harp'ten (1.Dünya Savaşı) önceki Türkiye'nin ihtiva ettiği çeşitli milletlere verilecek yeni yönetimlerin biçimi ve içeriğini belirlemektir. Sırbistan, Suriye, Irak, Kilikya, Ermenistan, İzmir, Trakya, İstanbul meselelerinin her biri bir ırk ve millet meselesidir.(...) Mehmed Asım" "İşgale karşı çıkmayalım" diyen Vakit Gazetesi (17 Mayıs 1919)Görüldüğü gibi, Vakit Gazetesi yazarı Mehmed Asım, "İşgale karşı çıkmama" çağrısı yapıyor!.. Üzüntüsü ise, işgalin farklı gerekçeye dayanmasından!.. İzmir'in işgalinden iki gün sonra, 17 Mayıs 1919:İKDAM GAZETESİ, İŞGALCİLERDEN İYİ NİYET BEKLİYOR!.. "(Haber Kaynağı: Vilâyetten gelen telgraflar, İtilaf Devletleri temsilcilerine başvuru, Hürriyet ve İtilaf Partisi Genel Merkezi'nin açıklaması, İzmir ile posta ve telgraf haberleşmesi.) İzmir'in işgali bütün memleket üzerinde çok heyecanlı bir etki yapmıştır. İşgal durumu, adeta bir elektrik hızıyla ülkenin her yanına yayılmış ve yüce hükümet ile İtilaf Devletleri temsilcilerine, Hürriyet ve İtilaf Partisi Genel Merkezi'ne, basına ulaşan yüzlerce telgrafta Türk unsurunun çoğunlukta bulunduğu İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin Vilson ve insaniyet prensiplerine aykırı olduğu açıklamasıyla, milletin hakkının savunulması talep ve rica olunmuştur. Belediye reisleri ile müftü ve eşraftan (ileri gelenlerden) birçok kişinin imzası ile Konya, Soma, Yalova, Niğde, Mardin, Kalecik, Konya Ereğli'si, Seydişehir, Bayramiç ve Burdur ile çeşitli bölgelerden işgal aleyhinde matbaamıza ulaşan telgrafları aynen yayınlamaya yerimiz yeterli olmadığından bunlardan yalnız ikisini yayınlıyor ve yüce hükümetin bu konuda yaptığı çalışmaların İtilaf Devletleri tarafından iyi karşılanacağını ümit ediyoruz Bayramiç 15 Mayıs- Devletler Hukuku kurallarına aykırı ... işgale karşı ... dîni ve milli bağlarımız ile kutsal vatanımızı korumak için gereken her özveriyi yapmaya hazırız.(...) Seydişehir 16 Mayıs- (...) İzmir, vatan parçalarının en önemlisi ve özbeöz Türk yurdudur. Buranın işgalinin hiçbir zaman mümkün olamayacağını zaman kanıtlayacaktır. İzmir'i işgal hak ve adalete karşı isyan demektir. Uygarlık (medeniyet) ve adaletin dağıtılmasıyla dünyaya rehber olmak isteyen İtilaf hükümetleri ve insanlık âlemi bu işgale izin vermez. Hak ve adaletin gömülmesi ve hakkın unutulmayacağına inanan Miting Heyeti ve halk bütün varlığı ile işgali reddeder.(...) Bu acıklı olayın milletin kalbinde açtığı derin yara, ancak hakkını kabul ve onaylamakla kapanabilir. "Bir süre Ali Kemal'in "başyazarlığını" yaptığı İkdam Gazetesi, işgalle ilgili ilk haberi (açıklamaları) 17 Mayıs'ta veriyor. Örneğini yukarıya aldığım bu sayısında, işgal haberi birinci sayfanın ancak son sütununda yer bulabiliyor. Toplumun işgale karşı yoğun tepkilerinin gazeteye iletilmesi karşısında sessiz kalamadığı için, bu tepkilerden ikisine yer vermek zorunda kalıyor. Bu tepkileri okuduğumuzda Türk milletinin, bu mütareke basınının aksine, işgale karşı ne denli şiddetli ve yoğun bir "direniş" gösterdiğine tanık oluyoruz. Yıldırım gibi yağan ulusal (millî) tepkilere direnemeyen ve bunları küçülterek yayınlamak zorunda kalan İkdam Gazetesi, bu görüşlere katılmıyor. Halkın tepkisine karşın, "Yüce hükümet" dediği "Damat Ferit Hükümeti'nin çalışmalarının işgalciler tarafından iyi karşılanmasını, iyiye yorulmasını" bekliyor!.. Yani, "işgalcinin merhametine sığınıyor!.." Mustafa Kemal karşıtı Damat Ferit'in Ali Kemal'li hükümetinin yanında yer alıyor. Yukarıda örneğini verdiğimiz "halkın tepkisi" yerine "işbirlikçi hükümetin görüşlerini" yayınlıyor. İzmir'in işgalinden üç gün sonra, 18 Mayıs 1919:ALEMDAR GAZETESİ, İŞGAL KOMUTANINA "SOYLU" DİYOR!.. " (...) Dünden beri İzmir Valiliğinden ulaşan çok sayıdaki telgraftan, daha önce verilen notada açıklanan işgal biçiminin değiştirildiği anlaşılmış ve gerçekten soylu Amiral Kaltorp Hazretleri, Yunan askerinin kente girdiğini valiye bildirmiştir. (...) İzmir'de yüzde 83 oranında çoğunluğu oluşturan ve dîni, düşüncesi, amacı, hayâli ve adetleri orada yaşayan azınlıklarınkinden tümüyle farklı olan Türk halkı ile tümüyle Türk olan yeni bir kent olduğu için burada Türk milletinin hakkını göz önüne almamak; hem çok zor, hem de adalet ve tarafsızlık ilkesini çiğnemek ve insafsızlık olur. Bununla birlikte, ne hükümet ne de Osmanlı milleti, devletin en önemli kentlerinden birinin işgalinin kalıcı olacağı ihtimalini bir an için bile kabul edemezler. Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletleri hakkında saygılı düşüncelerini korur. Ancak adı geçen devletlerin, kuvvete dayanan arzularına boyun eğmesi, hiçbir biçimde hakkından vazgeçme anlamına gelmez. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz." İngiliz mandası (sömürgesi) yanlısı Alemdar Gazetesi, İngiliz işgal komutanını "soylu" buluyor! Yakındığı konu ise işgal değil, işgalin biçimi!.. O da, işgal biçiminin -kendilerine bildirilmeden(!)- değiştirilmesinden yakınıyor. İşgale karşı direnmekten ve halkın tepkisinden söz etmiyor. Edilgen biçimde, Hükümetin "işgale boyun eğmesine" gerekçe buluyor. "Haklıyız ama boyun eğmeliyiz" mantığı ile kitleleri uyuşturuyor!.. İzmir'in işgalinden beş, Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışından bir gün sonra, 20 Mayıs 1919:VAKİT GAZETESİ: "İŞGAL Mİ, YARDIM MI?" "(...) Şimdi bu oldu-bitti (işgal) karşısında ne yapacağız? İşgal burada kalacak mıdır? Yarın daha başka biçimde oldu-bittiler çıkmayacak mıdır? Bu olasılıklar karşısında görevimiz ne olacaktır? Yeni kurulan Ferit Paşa Kabinesi bu soruların fiilen yanıtını vermek görevini üstlenmiştir. Bütün millet, hükümetten bu görevin olgunluk ve sabırla yerine getirilmesini bekliyor. (...)Ortak tehlike karşısında, hükümet kuvveti altında tam bir birlik ile yürümeli, aykırı düşüncelerin önüne geçmeli, hakkımızı savunmalıyız. Kendi kendimizi aldatmak zamanında değiliz. Vatan tehlikededir. Mehmed Asım" Daha önceki yazısında "işgale karşı çıkmayalım" diyen Mehmed Asım, üç gün sonraki yazısında "Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin etrafında birleşme" çağrısı yapıyor!.. Önüne geçilmesini istediği "aykırı düşünceler"(!) de, Kuvayi Milliyeciler'in "direniş" düşüncesi!.. "UYAN, EY TÜRK OĞLU, UYAN!"OSMAN NEVRES (Hasan Tahsin), 30 yaşında, uzun boylu, yakışıklı, güler yüzlü ve "silahlı direnişi" savunan genç vatanseverlerden biriydi. Hukuk-u Beşer Gazetesi'nde başyazarlık yapıyordu. İşgali kabullenemiyor, "düşmana direnç gösterilmemesine" içerliyor, "Uyan, ey Türk oğlu, uyan!" diyerek ulusal bir görev yapıyordu: "O Yunan gelsin (...) silâhlarımızı toplasın. Evlâtlarına silâh dağıtsınlar. Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki Türk ölmedi, yaşıyor. Kalbinin, ruhunun, Müslümanlığı'nın, peygamberinin telkin ettiği ilhamat (=ilâhi düşünceler) ile yaşıyor. Ve burayı Yunan'a vermeyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta süngülerimiz, silâhlarımız olmasa bile... Asî ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz. Ne kadar zehirli olurlarsa olsunlar, o dişlerle, üstün maneviyatla kuvvetlenen dişlerimizle kalplerini parçalayacağız." SÜNGÜLÜ Yunan Müfrezeleri, saat kulesi karşısındaki Kışla'ya girerek, Kolordu komutanı başta olmak üzere, Kışla içinde "savaşmadan bekleyen" bütün Türk subaylarını, itiş kakış içinde esir aldı. Yunanlılar, gözdağı vermek için, esir aldıkları Türk komutanları halk arasında yürüterek Pasaport iskelesine getirdi ve Patris vapurunun ambarına kilitledi. "Mukavemet etmeme" emri aldığı için direnmeyen Türk subayları, sivil elbise giyerek halkın arasında karışmış Yunan güvenlik kuvvetleri ve yerli Rumlar tarafından saldırıya uğradı. Tabancayla, süngüyle ve dipçik darbeleriyle 9 komutan şehit edildi. 27 subay kayboldu. Esir alınarak Yunan gemilerine götürülen memurlara ve lise öğrencilerine Rum evlerinden taş ve kiremit parçaları atılıyordu. Esir alınarak, sokaklarda yürütülenler "Zito Venizelos" (Yaşa Venizelos) diye bağırtılıyordu. Bunların arasında, Paris'teki Barış Konferansı'ndan "olumlu işaretler" aldığı propagandası yapan, gazeteleri yönlendiren ve işgal haberlerinin yalan olduğunu söyleyen İzmir valisi İzzet de vardı. Her ne kadar, kendisini makamında esir alan Yunan askerlerine, "Ben valiyim. Bana dokunmayınız" dese de, daha önceki "teslimiyetçiliği" ve "demokratik çözüm" beklentisi de, o an için kendisini kurtaramamıştı. Vali Konağının basılıp, esir alınmasına rağmen, "nevrotik Sindrellalığı" devam ediyordu. Aklında, "yaptığı hizmetlerin karşılığını alamamanın" karmaşası vardı. Bana da bu yapılır mı? Tıkılacağı Yunan gemisinin ambarına doğru götürülürken, hâlâ umutluydu. Yanındaki oğlunu sıkıştırıyordu: "Seyfi oğlum, Zito bağır, Zito bağır!" Mustafa Kemal'in daha sonra söyleyeceği, "Milletimin karakteri yüksektir" sözünün tersi bir örnek olan vali, gemiye yaklaşmışken, son anda yetişen bir Yunan memuru tarafından kurtarıldı. Bu kurtuluş, aslında tam bir zilletti!.. Türk tarihi açısından en utanç verici anlardan biri de, Kolordu komutanı Nadir Paşa'nın yaşadığıydı. Kışla, Yunanlılar tarafından ateş altına alındığında, elinde beyaz bayrakla ilk çıkan Nadir Paşa oldu!... Yunanlı bir teğmen kendisine yaklaştı, elinden beyaz bayrağı aldı ve herkesin önünde Paşaya peş peşe birkaç tokat attı. Nadir Paşa, karşılık veremedi, vermedi.. Ardından, en düşük rütbeli Yunan subayı olan teğmenden küfürler yedi. Gıkını çıkarmadı, çıkaramadı.. Süngü ve dipçik vurularak subayların üzerleri arandı; başlarından kalpakları alınarak yere atılıp çiğnendi; üzerlerindeki para, saat, yüzük, sigara tabakası ve mendil dahil ne varsa tüm eşyaları gasp edildi; en ağır küfür ve hakaretlerle dövüldüler. O an, şanlı Türk tarihinin.. şanlı Türk ordusunun.. şerefiyle şehit olmasını bilen ama asla bu zilleti yaşamayan Türk ordusunun.. en fazla aşağılandığı "ilk an" idi!.. Türk askerinin şeref ve nâmusu ayaklar altına alınmıştı.17. Kolordu Komutanı Nadir Paşa'nın eline beyaz bayrağı verilerek, kalabalıklar önünde, esaret yürüyüşüne çıkarıldı. Paşanın başı öndeydi, etrafa bakamıyordu. "Zito Venizelos" diye bağıranlar, bağırtılanlar arasında, boynu bükük yürüyordu. İstanbul Hükümeti'nin emrine uyarak, onurunu çiğnetse de, (Mustafa Kemal'in ifadesiyle) "zaferleri ve mâzisi, insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber, medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk Ordusu'nun" 2128 yıllık "aydınlık onuru" iç baskı yaratıyordu. "Milletimiz ordusundan yoksun bırakılma girişimi ile karşı karşıyadır. Orduyu imha etmek için subayını mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler. Millet, bağımsızlığımızın korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce vazifesi budur. Milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır! Subaylar, fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler; çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürür, onları aşağılar ve hor görürler. (Mustafa Kemal, Afyonkarahisar Kolordu Karargâhı, 1920) "PAŞA, PAŞA.. DEVLETİ KURTARABİLİRSİN!.." MUSTAFA KEMAL, SAMSUN'A hareket etmeden önce, veda ziyaretlerinde bulundu. Yeni Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa, eski başkan Fevzi Paşa, bakanlar (nazırlar) ve Padişah Vahidettin ile görüştü. Görüşmeler sürerken, Bandırma Vapuru'nda son hazırlıklar yapılıyordu. Mustafa Kemal görüşmeler öncesi Milli Savunma Bakanını (Harbiye Nazırını), İçişleri Bakanını (Dahiliye Nazırını) ve Başbakanı (Sadrazamı) aramış, hiçbirini makamında bulamamıştı. Hepsi "toplantıda"(!) olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal bunun üzerine, randevusuz biçimde Babıâli'ye gitti. Şehrin durumu çok hüzün vericiydi. İşgal kuvvetlerinin donanmaları limanı "çelik ormanı" gibi sarmıştı. Köhne bir motorla Haydarpaşa'dan İstanbul'a geçerken bir süre dalgın ve nemli gözlerle, heybetli düşman zırhlılarını seyretmiş, sonra yaverine (Cevat Abbas Gürer'e) dönüp: "G e l d i k l e r i g i b i g i d e c e k l e r d i r !" demişti: "İstanbul sokakları, düşman askerleri ile dolu. Boğaziçi, toplarını sağa-sola çeviren düşman zırhlıları ile örtülü. Denizin mavi suları görünmüyor âdeta. Birçok duygulu İstanbullu, ancak ekmek ve yiyecek almak için evlerinden çıkıyorlar. Yolda hakarete uğramamak için ezilip, büzülerek yürüyorlar.. Koskoca İstanbul, yüzbinlerce insanı ile, sesi kısılmış bir halde..."Bu söz üzerine "derin elem ve ümitsizliğini derhal unutan" yaveri Cevat Abbas Gürer, "Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam" dedi. Başbakanlık özel kaleminde beklemeye alınan Çanakkale Kahramanının geldiğini duyan diğer bakanlar da (nazırlar), salona üşüştüler. Kötü haberi Mehmet Ali Bey verdi: "Allah, Allah!.. Ne küstahlık? Duydunuz mu efendim, Yunanlılar İzmir'e çıkıyor!.. "Donanma Bakanı (Bahriye Nazırı) başını sallayarak, işgal haberini onayladı.Mustafa Kemal ise, onların şaşkınlıklarına katılmış göründü: "Ya.. Bu da mı oldu?" İçinden başka düşünceler geçiyordu. Bunların olacağını çok söyledim ama, kimseye anlatamadım!. Daha sonra, yakınlarına bu durumu şöyle anlatacaktı: "Nazırların telâşı karşısında ağlamak mı, gülmek mi lâzımdı? Kendimi tutuyordum. Fakat bu emrivaki karşısında ben, 'Allah, Allah' demekten başka bir şey düşünemeyen bu nazırlara ibretle bakıyordum. "Mustafa Kemal sakinliğini bozmamaya özen göstererek, "Ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye sordu. "Protesto edeceğiz!" "Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlılar'ın İzmir'den geri çekileceğine ya da İngilizler'in onları geri çekeceğine ihtimal veriyor musunuz?" Çaresizlik içinde Mustafa Kemal'in yüzüne baktılar: "Fakat başka ne yapabiliriz?.." "Belki de daha kesin önlemler düşünülebilir." "Meselâ ne gibi?" Yunan işgalini şaşkınlık içinde heyete duyuran Mehmet Ali Bey, söze girdi. "Düşmanın merhametine" sığınmaktan yanaydı: "Öyle hareketlere kalkarsak bize ne yaparlar, bilir misiniz?" Samsun'a gitmeye hazırlanan Kemal Paşa dışında herkes perişanlık içindeydi, daha uzun konuşmanın kimseye yararı olmayacaktı. Ne Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin, ne de Mustafa Kemal'in düşünceleri değişmeyecekti. Mustafa Kemal, son ziyaretini Padişah Vahidettin'e yaptı. Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Padişah'la adeta diz dize denecek kadar yakın oturdular. Vahidettin'in sağında, dirseğini dayadığı bir masa ve üstünde de bir tarih kitabı vardı. Oturdukları yerden, başlarını hafifçe sağa çevirdiklerinde, Boğaz'da demirlemiş ve toplarını Yıldız Sarayı'na doğrultmuş, birbirine paralel düşman zırhlılarını görüyorlardı!.. Padişah, Mustafa Kemal'in hiç unutamayacağı şu sözlerle konuşmaya başladı: "Paşa, Paşa.. Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin." Vahidettin, masanın üzerindeki tarih kitabına elini basmıştı: "Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Tarihe geçmiştir.. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir." Bir ümit kırıntısıyla tarihi sözünü söyledi: "P a ş a, P a ş a .. D e v l e t i k u r t a r a b i l i r s i n !" Mustafa Kemal hayretini gizleyemedi... Acaba Vahidettin benimle samimi mi konuşuyor? Padişah'ın, Mustafa Kemal'in Şişli'deki evinde, ordu komutanları ve askerî yetkililerle yaptığı "gizli toplantılardan" ve niyetinden haberi mi vardı?.. Samsun'a çıktıktan sonra, işgâle karşı başlatacağı silahlı direnişi mi öğrenmişti?.. İşgalcileri iknâ etmek için her yolu deneyen Vahidettin, Mustafa Kemal'in deyimi ile "Yüzüncü derecedeki insanlarla" temastaydı. "Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!" derken, artık padişahlığını kurtarmaktan vazgeçmiş, yaptıklarından pişman mı olmuştu?.. Aldatıldığını mı anlamıştı?.. Çünkü, Mustafa Kemal'in herkesin bildiği "resmî görevi", Samsun ve çevresindeki azınlıkların ve özellikle Rumlar'ın, İtilâf Devletleri temsilcilerine yaptığı şikâyetleri incelemek ve onları rahat ettirmek için gerekli önlemleri almaktı. Yani, herkes Mustafa Kemal'e, "işgalcilere yardımcı olacak bir görev" verildiğini düşünüyordu. Müfettişlik görevinin özü buydu!.. Padişah, silahlı direnişe kesinlikle karşıydı.. Mustafa Kemal'in şaşkınlığı tedirginliğe dönüşmüştü. İki uç düşünce arasında bocalayan Mustafa Kemal, "bahislere girişmeyi tehlikeli buldu." Daha sonraki gelişmeler Padişah'ın bu sözlerle neyi kastettiğini çok net biçimde gösterecekti. Mustafa Kemal, basit yanıtlar vererek, karârı sonraya bıraktı: "Hakkımdaki teveccüh ve güvene arzı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz." "Eminim." "Merak buyurmayın efendimiz. Noktai nazarı şâhanenizi (yüksek görüşünüzü) anladım. İrade-i seniyeniz (ferman, padişah emri) olursa, hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım." "Muvaffak ol!" Padişah'ın huzurundan çıkan Mustafa Kemal, Vahidettin'in "noktai nazarı şâhanesinin" ne olduğunu çözmüştü. Daha sonra bir yakınına bunu şöyle anlatacaktı: "Padişah demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanağımız, İstanbul'a hâkim olanların siyâsetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem ve bu siyâsete karşı gelen Türkler'i takip edersem, Padişahın arzularını yerine getirmiş olacaktım." Adım adım işgal edilen Türkiye'nin hükümdârı, "devleti kurtarmak" olarak, "işgale direnmemeyi, işgalcilere hizmet etmeyi ve vatanı kurtarmak için silahlı direniş başlatacak Türkler'i engellemeyi" anlıyordu. "Paşa, Paşa.. Devleti kurtarabilirsin" sözünün anlamı buydu. Padişaha göre, Mustafa Kemal bunları yaparsa "muvaffak olacaktı!.. "YAKLAŞIK ALTI AY ÖNCE DE (22 Kasım 1918), Vahidettin Mustafa Kemal'i bir Cuma namazından sonra görüşmeye davet etmişti. "Mustafa Kemal'in Sırdaşı", bu görüşmeyi daha sonra Paşa'dan dinledi. Kılıç Ali'ye göre, Mustafa Kemal bu görüşmeyi ve duygularını yakın silah arkadaşlarına-defalarca- şöyle anlattı: Bu görüşme epey uzunca olmuştu. Ben, ülkenin içinde bulunduğu tehlike üzerinde onu aydınlatmak ve uyarmak için giriş yaparken; o benden çabuk davranarak dedi ki: 'Ordunun komutan ve subayları eminim ki seni çok severler. Bana güvence verir misin ki onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir?' Ordu tarafından aleyhinde davranışlara dair işittikleri olup olmadığını sordum. Evet, ya da hayır demedi. Kendi sorusunu tekrarladı. Derhal cevap verdim: 'Ben İstanbul'a geleli birkaç gün oldu. Buradaki durumu yakından bilmiyorum. Ama ordu başında bulunan komutanların Zat-ı Şahanenizle karşı karşıya bulunması için bir sebep olabileceğini de sanmıyorum. Onun için temin ederim ki bir fenalık beklemeyiniz.' Hemen ilave etti: 'Yalnız bugünden söz etmiyorum. Bugünden ve yarından?.. 'Son cümlesi bende bir şüphe uyandırdı. Demek, yarın padişahın öyle bir hareket yapması ihtimali vardı ki, ordunun yurtsever komutan ve subayları bundan üzüntü duyabilirler. Padişah beni aldatarak benim aracılığımla onlardan emin olmak istiyordu. Karşımdaki adam kararını çoktan vermiş bulunuyordu. Biz ise, bu kararın ne olduğunu anlamayan veya anlamak istemeyen kimselerle temasta kalmış, hiçbir karşı önlem almaya fırsat bulamamış durumdaydık. Çok ümitsiz ve üzgün durumda Vahdettin'in salonundan çıktım. Üzülmekte haklıymışım. Bir iki gün sonra her sırrı öğrenmiştim. Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı. ULUSAL (MİLLÎ) DİRENİŞ BAŞLIYOR.. İŞGALCİLER TANISIN diye, Türk Ordusu tarihinde ilk kez, paşalar dahil tüm Türk subaylarına yabancı dille yazılmış kimlik taşıma zorunluluğu getirildi. Savunma Bakanlığı (Harbiye Nezareti), işgalcilerin isteklerine uyarak, Türk Ordusu'na bir emir yayınladı ve artık Türkçe'nin yanı sıra Fransızca yazılı askeri kimlik taşımalarını istedi. Bu kimliklerde, üst rütbeliler de dahil tüm Türk subaylarının fotoğrafları yanında, görevleri de yazacaktı. Böylece, işgal güçleri kimlik kontrolü yaparken, herkesi kolay tanıma olanağı bulacaktı. Buna da kimse sesini çıkarmadı... REDD-İ İLHAK Milli Komitesi, İzmir'de organize ettiği büyük mitingin ardından, tüm yurtta halkı direnişe çağırıyordu. Tüm vilayet, sancak, kaza ve nahiyelere gönderilen telgraflar ile, bölgelerinde toplantılar düzenlenmesi, direniş ordusuna girmek için hazırlıklar yapılması istendi. Büyük basındaki sansür nedeniyle İzmir'deki katliamdan habersiz olan Anadolu halkı, Redd-i İlhak örgütünün bu telgrafları ile gerçeği öğreniyor, işgale karşı mücadele azmini biliyor, vatanı kurtarmak için hükümetin yalanlarına, işbirliğine karşı bileniyordu. Ulusal (millî) direniş başlıyordu. Hükümete, padişaha ve işgal notaları veren İngiliz Amiral Kaltrop'a protesto telgrafları yağıyordu. İlk telgraf Karaman'dan gelmiş, onu yüzlercesi izlemişti. Anadolu halkı Mütareke hükümlerine, uluslararası hukuka uymayan bu oldu-bitti işgale karşı, kanının son damlasına kadar savaşmaya ant içiyordu. DİRENİŞ ÖNCESİ  Antalya halkı adına gönderilen protesto telgrafında şöyle deniyordu: "(..) Hakkını, genel Barış Konferansı'nın adaletinden bekleyerek savunamayan bir milletin, en son ümit ışığı karşısında zelillikle, sabır ve sükun ile uymasına imkan kalmamıştır. Haklarımızı çiğneyenlere karşı Hükümetimizin görüşünü sabırsızlıkla bekliyoruz. (...) Vatanın korunması için fiili gösterilere ve fedâkar hareketlere hazırız. Milletin namusu ya varlığını silerek, tarih sayfalarına geçmek ya da yaşamak hakkı olduğunu ispat etmek ister." Yalvaç Müftüsü öncülüğündeki insanlar ise, hâlâ İstanbul Hükümeti'nin satılmışlığına inanamıyor, gâyet safça ferman bekliyordu: "Biz daha ölmedik. Büyük Hakanımızın, şanlı tarihimizin son kurbanı olacağız. Gayret borcumuz, ya İzmir ya ölümdür. Vatan için ölmeye âmadeyiz. Ferman cevabı bekliyoruz." Halk direnmeye hazırdı, ancak hükümette direnecek siyâsi irade yoktu!.. Hükümetin iradesi teslim olmak, işgalci olarak görmediği, paranoya olarak nitelediği işgal karşısında, talimatlara uymak, ordu komutanlarını (Mustafa Kemal'i de) işgal kumandanlarının isteklerine uygun görevlendirmekti. Garbın (Batı'nın) âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var! Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar? Mehmet Akif Ersoy TÜRKLER'İ ANADOLU'DAN ATMAK!.. 1918 Kasım'ında İzzet Paşa Hükümeti'nin istifa ederek, Tevfik Paşa'nın hükümete gelmesi Rum gazetelerini sevince boğmuştu. 12 Kasım'da ise, 61 gemiden oluşan İtilâf filolarının Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'a geldiği duyulunca, Rum cemaati büyük hazırlıklara girişmişti. Rum gazeteleri de, artık Türkçe kullanmayı bırakarak tamamen Rumca yayınlanmaya başlamıştı. Türk Parlamentosu'nda 10 Rum milletvekili bir teklif vererek, son beş yıl içinde Türkiye'den 250 bin Rum'un sınır dışı edildiğini ileri sürerek, bunların Türkiye'ye yeniden yerleştirilmesini istemişlerdi. "Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanlarla, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır." Mümtehine Sûresi (9. ayet) 1071'DEN BU YANA süregelen "Türkler'i Anadolu'dan atmak" düşüncesi hiçbir zaman unutulmuyordu. Rum gazeteleri artık azıtmış, gemi azıya almış ve dizginlenemiyordu: "Türkler geldikleri yerlere artık dönmelidir.." Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan Mondros Anlaşması'ndan cesaret alan Rumlar, azmamak için ancak bir ay bekleyebilmiş ve sonunda patlamıştı. (Bu savaşta 600.000 Türk şehit olmuş, 1912 ve 1922'yi kapsayan 10 yıl içinde ise 1.200.000. Türk yerinden yurdundan edilmiş, göç etmek zorunda kalmıştı!..) 2 Aralık'ta (1918) ise Yenigün Gazetesi, Rumlar'a cevap veriyordu: "Buradayız ve kalıyoruz!.. "Yunanistan "30 asrın", yani "3 bin yılın" hesabını soruyordu. Antik Yunan medeniyetlerine kadar giderek, Anadolu toprakları üzerinde hak sahibi olduğunu savunuyordu. Aslında tüm dünya bu düşünceyi destekliyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra "İstanbul ve Boğazlar Sorunu"na çözüm ararlarken "Türkler'in Asya'ya sürülmesi" düşüncesi, akıllarına gelen ilk ihtimaldi. Aynı görüşler, Yunan İşgal Kuvvetleri Komutanı Albay Zafiryo'nun "işgal bildirisinde" de yer aldı: "Müttefiklerin onayı ile hareket eden Yunan Hükümeti'nden aldığım emir gereğince, İzmir ve civarının işgaline başlıyorum. İşgalden maksat, mevcut yasaların iyi niyetle muhafazası ve himayesi yoluyla, bütün toplumun refahını güvenlik altına almaktır. Bununla birlikte, 3 bin yıldan beri Yunanistan'a, çeşitli sebeplerden dolayı bağlı bulunan şu topraklar hakkında, devletlerin görüşerek bir karara varmasını bekleriz. Bu karardan önce, herhangi bir iddia ve icraatımız olmayacaktır. Eskisi gibi görevlerini sürdürecek olan sivil devlet daireleri memurları ile din adamları, bu görevlerini yaparken, kolaylık ve asâyişi sağlamak bakımından, her an için, Yunan askeri kuvvetlerinin yardımını isteyebilirler! (...) "Daha sonra İzmir'e çıkacak olan Konstantin ise, Yunan Ordusu'na "İzmir, 2 bin senedir sizi bekliyor!" diyecekti. Tıpkı, Ermeni soykırım safsatalarındaki rakamların rast gele sallanmasında olduğu gibi, Yunanlılar da "kaç yıldır" ülkemizde gözü olduklarına karar veremiyorlardı!.. "Yunanlılar, hurafeleri zengin bir tarih yapmıştı!." Mondros Mütarekesi görüşmelerinin yapıldığı Agamemnon zırhlısı.. "HEKTOR'UN ÖCÜNÜ ALDIM!.." Yaptığı hiçbir şey "tesadüf olmayan" Mustafa Kemal ise, yıllar sonra, "Anadolu'nun sahipliği" konusunda bu safsatalara göndermede bulunacak ve "Türkler'in Anadolu'da 7 bin yıldır var olduğunu" söyleyecekti. Tıpkı, Yunanlılar'ın "Ege" dediği denize "Akdeniz" diyerek onların tezlerini reddettiği gibi ("Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!..") Tıpkı, Alparslan'ın Malazgirt Savaşı'nı kazandığı "26 Ağustos'u", Anadolu'nun yeniden Türkleşmesinin başlangıcı olan Büyük Taarruz'un başlangıç günü olarak seçmesi gibi. Tıpkı, Çanakkale zaferi ve Kurtuluş Savaşı'ndan  sonra, "Hektor'un öcünü aldım" demesi gibi.. "Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir seçkin varlığın yüksek belirlemesine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin yıllık, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik, doğanın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, doğanın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları doğanın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir." (Atatürk'ün el yazısı)MUSTAFA KEMAL: "MUVAFFAK OLAMAZSAM ÖLMÜŞ OLURUM"DOKUZUNCU ORDU Müfettişliği'ne atanmayı başaran Mustafa Kemal Paşa, Akaretler'deki evinde annesine vedaya gitti. Sevgili annesinin elini öptü, kız kardeşi Makbule'nin hatırını sordu ve yer sofrasına bağdaş kurup oturdu. Ertesi gün Samsun'a hareket edeceğini annesine nasıl söyleyecekti?.. Bu heyecanla yediği yemekten zevk almıyor, annesini üzmemeyi düşünüyordu. Birdenbire söze başladı: "Anne, ben yarın Anadolu'ya gidiyorum. Buraların hâli malûm değil. Selânik nasıl elden gittiyse, buralar da öyle olabilir. Ben, kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. Bana hakkını helâl et!.. Sen de bunları iyi dinle Makbuş (=Makbule). İşler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarfedersiniz, paranız biterse halılarınızı, kıymetli eşyalarınızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet, ben de ölmüş olurum." Bu sözler annesi ve kız kardeşi için "beklenmedik bir darbe" idi. Gerisini kız kardeşi Makbule (Atadan) anlatıyor: "Onun sözlerini anne kız bir bardak zehir gibi yutmuştuk. Benim boğazım kurumuş, ciğerlerim sanki birbirine kenetlenmişti. Annem çok sevdiği  Mustafa'sının bu sözlerinden derin bir teessüre (=üzüntüye) düşmüş ve hemen şiddetli bir kalp krizi ile sarsılmaya başlamıştı. Bu şiddetli kriz, bize her şeyi unutturdu. Zavallı anacağıma nefes aldırmak için pencereleri açtık, kucağımızda onu sofaya çıkardık. Atatürk heyecan içinde söylediği sözlerin tesirini izale etmek (=gidermek) istermiş gibi annemi:- Anne merak etme, bu kadar üzülme... Ben size en kötü ihtimali anlattım, muvaffak olmam ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım. Üzülme... diye teselli etmeye çalışıyordu. Doktor Rasim Ferit (Talay) vaktinde yetişmemiş olsaydı, o akşam annem ölebilirdi. Sabaha kadar onunla uğraştık, şafak sökerken biraz rahatlar gibi oldu ve o zaman da ayrılık vakti geldi." Sabahleyin, annesinin doktor denetiminde kendisine geldiğini gören Mustafa Kemal, tekrar anneciğinin elini öptü ve İngilizler'in kontrolündeki Galata rıhtımına geldi; kendisini bekleyen Bandırma Vapuru'na binerek kıyıdan açıkta beklemeye başladı. Samsun'a hareket etmeden 28 gün önce, İstanbul'da bu fotoğrafı çektiren Mustafa Kemal, "Kardeşim Rauf Bey'e" sözleriyle, 17 Nisan 1919'da Rauf Orbay'a armağan etti. M. Kemal'in İstanbul'daki kiralık evi. 38 Yaşında iken, Samsun'a gitmek üzere bu evden son kez çıktı. Samsun'a giderken Bandırma Vapuru aranan MUSTAFA KEMAL: "BİZ, İDEALİ VE İMANI GÖTÜRÜYORUZ" Paşaya eşlik edecek 18 kişilik "müfettişlik kadrosu" rıhtımdan sandallarla hareket ederek açıkta bekleyen vapura çıktı. Rıhtımda hiçbir tören yapılmaması planlanmıştı. Öyle de oldu. Bandırma Vapuru Kız kulesi önüne geldiğinde İngilizler tarafından durduruldu ve bir binbaşı eşliğindeki işgalciler tarafından tepeden tırnağa arandı. İtilaf Devletleri'nin emirlerine göre hareket eden İngiliz Binbaşının kontrolleri, uzun bir töreni aratmamıştı.. Daha önce de, gemisinin Karadeniz'de batırılacağı istihbaratını alan Mustafa Kemal kuşkuya kapıldı. "Acaba bunlarla şehirdekiler arasında bir haberleşme mi vardı? Maksat kendisini tutuklamak ise, bütün bunlara gerek yoktu." Sıkılıyordu. "Bir kararsızlık da olabilir" diye düşündü. Kaptana hızlanmasını söyledi. Kaptan (İsmail Hakkı Durusu) demir aldırmaya başladı. Vapur, düşman zırhlıları arasında ilerlemeye başlayınca Mustafa Kemal güvertede arkadaşlarına döndü ve "Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silâh kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu'ya ne silâh, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz!" dedi. Bir başka deyişle, Mustafa Kemal'in söylediği, "Ne kadar ahmaklık! Esliha (=silahlar) ile mühimmat (=cephâne) arıyorlar. Biz ise, kafamızla imanımızı götürürüz" sözü çekici olduğu kadar, inandırıcıydı da...Bandırma Vapuru'ndaki genç subaylardan Kurmay Binbaşı Hüsrev'e (Gerede) göre ise Mustafa Kemal, "Budala herifler bizim silah-cephâne değil, kafa götürdüğümüzü bilmiyorlar mı?" dedi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Samsun'a götürecek Bandırma'yı Karadeniz'de şiddetli bir fırtına bekliyordu.. 27 yıllık kaptan "Ne aksi, bu denizi pek iyi tanımam. Pusulamız da biraz bozuk" diyordu. Mustafa Kemal kaptan yerinde idi. Subaylar ve askerler dışarı çıktılar, gemi hareket etti. Millî direnişin lideri, geminin kaptanına tehlikeleri anlattı ve emir verdi: "Düşman devletlerinin herhangi bir aracının zararlı girişimine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Eğer kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!" Bandırma Vapuru'nun iki görüntüsü: İstanbul Limanı'nda ve denizde. Ufukta düşman gemisi görüldüğü zaman, Bandırma gemisi karaya oturtulacak ve Mustafa Kemal ile arkadaşları Anadolu'ya çıkacaktı. Anadolu toprağına ayakbastılar mı, artık ebedî esenliğe kavuşmuş olacaklardı. Gemide 3.Kolordu Komutanı Albay Refet (General Refet Bele) de vardı. Kafileye son dakikada katılmıştı. İstanbul'dan çıkış vizesi yoktu. Atlarını yükleme bahanesiyle Bandırma'ya girmişti. Gemide rütbe işaretlerini çıkarmış, atlarının yanına gizlenmişti. Gemi Boğaz'dan çıkıncaya kadar bu durumda kalacaktı. 19 Mayıs: Yeni Bir Ergenekon.. MUSTAFA KEMAL SAMSUN'DA, 80 BİN KİŞİ MİTİNGTE... İSTANBUL'DA 80 bin kişinin büyük bir protesto mitingi yaptığı saatlerde Mustafa Kemal Samsun'a çıktı. "Son yüzyıl Türkler'i için yeni bir Ergenekon'un kapısı açılıyor ve yeni bir devrin tarihi başlıyordu. "Dokuzuncu Ordu Kıt'aları Müfettişi Paşa'nın görevi, hem askerî hem de mülkî idi. Görevleri arasında bölgede asayişin sağlanması ve dağınık silah ve cephanenin belirlenen depolarda emniyet altına alınması da vardı. General Kâzım Karabekir komutanlığındaki 15. Kolordu'ya bağlı 4 tümen ile 3.Kolordu'ya bağlı 2 tümen Mustafa Kemal'in emrine verildi. AYNI SAATLERDE İstanbul Fatih Camii'nin önünde 80 bini aşkın insan İzmir'in işgalini protesto için toplandı. Konuşmaların yapıldığı kürsüye, siyah zemin üzerine beyaz ay-yıldızlı bayrak asılmıştı. Delikanlılar kollarına siyah protesto kurdelaları bağlamış, genç kızlar ise üzerinde "İzmir kalbimizdir" yazılı siyah rozetler takmışlardı. Bugüne kadar alışılmadık biçimde ilk kez kadınlar da, erkeklerle birlikte aynı meydanda toplanmıştı. Kürsüye önce Halide Edip geldi: "Müslümanlar! Türkler!.. Türk ve Müslüman bugün en karanlık gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece. Fakat insanın hayatında, sabahı olmayan gece yoktur. Yarın, bu korkunç geceyi yırtıp müşa'şa (=parıltılı, pırıl pırıl ) bir sabah yaratacağız. Bugün memleketimiz taksim (=bölünme) tehlikesi karşısında. Adım adım, adeden kendi durumumuzdaki milletleri başımıza efendi yapmak istiyorlar. Bugün İzmir, yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra Müslüman dünyasının başı olan Türk susturulmuş olacaktır... Buna karşı ne silahımız var? Kurşun, top, bomba. Bir top bebeklerimizi öldürebilir. Bizim bundan da kavi silahlarımız var. Topun yüzüne tüküren milletlerin ruhu bizde de var. Sesimizi mutlaka dünya işitecektir. İşitmek ve işittirmek için bugün kuvvetli ve metin bir millet halinde bulunmalıyız. Bugün Türkler arasında millî dâvâları halledinceye kadar, nasıl kurunu-vusta'da (=Ortaçağ'da) haftada üç gün Allah mütarekesi yapılırsa, öyle Allah mütarekesi akdedilmelidir." Halide Edip Sultanahmet Mitingi'nde konuşurken.(Kürsüde, "Wilson Prensipleri, 12. Madde" yazıyor.)Henüz Mustafa Kemal'e ümit bağlamamış olan Halide Edip, padişahtan "babalık yapmasını" istiyor: "Biz padişahımızdan bize babalık etmesini rica ederiz. Biz erkeklerimizle beraber milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil edecek bir kabine isteriz. Padişahımıza halkın hissiyatını tebliğ eder ve deriz ki: İşte kara bir gün yaşıyoruz. Bugün herkes susmuştur. Bugün Türk ve Müslüman, padişahın etrafında toplanmıştır!.." Kurtuluş için padişahın etrafında toplanmayı düşünebilen Halide Edip, tarihe geçen konuşmasında, özellikle kadınları direnişe teşvik ediyordu: "Hanımlar, efendiler! Bunun 5 bini kadar bir miting de yapmış olsak, bir semeresini göremeyiz. Fakat yarın var, çocuklarımız var. Buradaki Türk, Müslüman âleminin kalbidir. Siz düştüğünüz zaman, bir çok şeyler düşecektir. Kadınlar silahsız ve zayıf, fakat kalbi gayet metindir. Bütün Alem-i İslâm hep kardeşimizdir. Bundan dönen Türk kadını değildir. Yaşasın milletimiz!.." Hüseyin Ragıp Bey heyecanla konuşma sırasını beklerken, ondan önce kürsüye gelen Hukuk Fakültesi hocası Salâhattin Bey, "Dün Darülfünun'da, bugün de burada hakkını isteyen bu millet ortadan kaldırılamaz" derken; binlerce kişi "Kalkmayacak" diye tezahürat yapıyordu. Hüseyin Ragıp Bey, artık heyecanını yenemiyordu. Kendisine çeki düzen vermeden, kürsüye fırladı. Meydandaki 80 bini aşkın kişi de yerinde duramıyordu o konuşurken: "... Vatandaşlar! Bizimle beraber yaşamak istemeyenler için kapılarımız açıktır. Geldikleri yere gidebilirler. Fakat biz, kendi yurdumuzda, hiçbir milletin bize hâkim, bize efendi olarak yaşamasına tahammül edemeyiz. Dağdan gelip bağdakini kovmak isteyenlerin hakkı, kötek ve satır olacaktır. Vatandaşlar! İzmir Yunan'a ilhak edilemez ve hiçbir zaman ilhak edilmeyecektir. Bu uğurda gençler kan dökecekler, kadınlar İzmir matemini beşiklere ninni diye çağıracaklardır. Vatandaşlar! İzmir Yunan'a ilhak edilemez!.. "U l u s u y a n ı y o r d u ! Kadınların millî duygusunu dile getiren Meliha Hanım, mitingin son konuşmasını yaparken, ulusun uyanışı ve devletin büyüklüğünü çarpıcı sözlerle ifade etti: "Bu koca devlet yıkılırken öyle bir tarraka (=gümbürtü) ile devrilmeli, öyle bir çatırtı ile devrilmelidir ki, o metin ve rasin (=sağlam, dayanıklı) binanın çatırtısı cihanı sarsmalı, bütün insaniyeti titretmelidir. Bu enkaz altında yalnız bu milletin erkekleri değil, kadınları da ezilecektir. Hem onların nazik ve hassas vücutları, bu müthiş felâket altında daha çok müteessir olacaktır. Hiç şüphesiz ki, bütün bu felâketlerden sonra, sevgili İzmir'imizin uğrunda mukaddes ve kıymettar vatanımıza fedâ olarak ölmek ulvî bir şeydir. " Mitingi izleyen İstanbul Polis Müdürü ve yanındaki İşgal Kuvvetleri Komiseri Fransız Binbaşı. Miting sonunda padişaha sunulmak üzere bir çağrı metni kabul edildi. Halk, ülke üzerine çöken karanlık bulutun dağılmasını istiyor, ama bunu kimin gerçekleştireceğini henüz bilmiyordu. O yüzden şimdilik tek adres gibi gözüken padişaha çağrıda bulunuyordu. Ulus işgale karşı uyanmış ama henüz padişahın yaptıklarına karşı uyanmamıştı. Bu karanlık bulutu dağıtacak kişi ise, çalışmalarına Samsun'da başlamıştı!.. 1919'da"ÜLKENİN GENEL DURUMU VE GÖRÜNÜŞÜ!.. Mustafa Kemal Samsun'a çıktığında "ülkenin genel durumu ve görünüşü" şöyleydi. Mustafa Kemal anlatıyor: "1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir: Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, 1.Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. (...) Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa başkanlığındaki h ü k û m e t â c i z, h a y s i y e t s i z v e k o r k a k. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı. Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. H e r t a r a f t a y a b a n c ı s u b a y v e m e m u r l a r i l e ö z e l a j a n l a r f a a l i y e t t e. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâf Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir'e çıkartılıyor. Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar. Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira Hey'eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. (...) "MUSTAFA KEMAL: "HÜKÜMET, YABANCILARIN ELİNDE ESİRDİR" Bazı Türk paşaları İngilizler tarafından Malta'ya sürgün edilir ve Türk hükümeti seyrederken, Mustafa Kemal Paşa seyretmiyordu. Erzurum'daki 15.Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'ya şifreli bir telgraf göndererek, "Türk Hükümeti'nin yabancıların oyuncağı" olduğunu vurguluyor ve şunları söylüyordu: "İtilâf Devletleri'nin millî istiklâlimizi ve devletimizi idama mahkûm etmekte oldukları anlaşılmıştır. İstanbul'daki Türk Hükümeti de, yabancı kuvvetlerin elinde esir bulunmakta ve İstanbul şehri de kuvvetle işgal altındadır." 9.Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, Türk Hükümeti için "âdeta, kuşatılmış bir kale içinde mahsur kalmıştır" diyordu. "ANADOLU'DA GİZLİ TEŞKİLAT KURULSUN!.." Mustafa Kemal telgrafında, ulusal mücadele için "gizli direniş örgütü" kurulmasını istiyordu: "Anadolu'daki devlet memurlarının itimat edilecek şahıslarla işbirliği hâlinde gizli olarak teşkilatlanmaları gerekmektedir. İstiklâlimizi temin için bu şekilde yapılacak çalışmalarda ve mücadelede esas ödev  askerlere düşmektedir. Milletin esaretten kurtarılması, hâkim ve müstakil olarak topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak azimkâr ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan müdafaa-i hukuk ve istikbâle sevkiyle kâbil olacaktır. Rumlar'ın sahillere yanaşmaları ihtimaline karşı köyler silahlandırılmalı, bu gibi sarkmaların yurdun içine doğru yayılması karşısında ateşle mukabele edilmeli ve sahillerdeki depolarda bulunan silâhlar gizlice içlere doğru kaçırılmalıdır.." Damat Ferit Hükümeti ise, aynı anlarda, Yunan Ordusu ile savaşılmamasını, düşmanın yurdun içinde ilerlemesi durumunda Türk askerinin o kadar geri çekilmesini(kaçmasını!) emrediyordu!.. İşgal askerleri yurdun içlerine doğru ilerledikçe, Anadolu'daki yurtsever direnişçiler, İçişleri Bakanlığı'na başvurarak "nasıl davranacaklarını" soruyor, direniş emri bekliyordu. Oysa, "direniş" için emir bekledikleri kişi Rum'du. İçişleri Bakanlığı'nda Anadolu'daki kaymakamların muhatabı bakanlık müsteşarı idi ve işgal altındaki ülkenin bakanlık müsteşarı ise Rum'du. "İşgale direnmeyin" emri veren İçişleri Bakanı Ali Kemal'in müsteşarı da, işgalcilerin destekçisi bir Osmanlı Rum'u idi. Hükümet, her fırsatta işgalciler lehine gösteri yapan "içimizdeki Rumlar'ı" zaten açıkça destekliyordu. "ARTIK KALEM DEĞİL, SİLAH KONUŞACAKTIR!.. "İzmir'in işgaline tepkiler Ödemiş'te de yoğunlaşıyordu. Sıranın kendilerine de geleceğini çok iyi bilen ve gören Ödemişliler, "Yiğit Ordusu" adıyla Kuvayi Milliye etrafında örgütlendiler. İzmir'in işgalinden çok geçmeden 14 gün sonra, 29 Mayıs'ta, Ödemiş de kuşatıldı. Kaymakam Bekir Sami (Baran) Bey'in odasında toplanan Kuvayi Milliyeciler, İzmir ve İstanbul'daki işgal kuvvetleri temsilcilerine gönderilmek üzere bir bildiri hazırladılar. Bildiride, "Adalet ve özgürlük vaadiyle işgalin başlaması" protesto ediliyor ve "Artık kalem değil, silah konuşacaktır" deniyordu: "Sizinle yaptığımız ateşkes antlaşması, bizim ve sizin namusunuz değil miydi? Biz buna uyduk. Siz uymadınız. Güzel İzmir'i Yunan'ın pis ayağıyla çiğnettiniz. Silah ve cephanemizi onlara verdiniz. Her türlü kontrolün dışında olan haberleşmeye sansür koydunuz. Türk'ün feryadına kulak tıkadınız. Oysa, Hıristiyanlar'ın malları Türk namusuna emanettir. Şuna emin olunuz ki, Hıristiyanlar'a dün de, bugün de kötü işlem yapılmadı, bundan sonra da yapılmayacaktır. Anlamadığınız gerçekler bugün meydana çıktı. Türklük ve İslâm âlemi uygar görevini göstermeye başladı. Yunan işgal kuvvetleri İzmir'den çekilmediği takdirde dökülecek kanın sorumluluğu sizin ve temsil ettiğiniz milletlerin olacaktır. 20.Asrın insanlık toplumunu yaşatmak, sizin vereceğiniz son karara bağlıdır. Silah patlarsa göreceğiniz netice, pek acı ve pek elim olacaktır. Artık bilin ki; kalem  değil silah ötecektir."1 Haziran 1919'da işgal edilen Ödemiş'te Hükümet Konağı önü. Yunan işgal kuvvetleri, Rum papaz ve yerli görevliler. M. KEMAL: "BAĞIMSIZ BİR 'TÜRK DEVLETİ' KURMALIYIZ" Halkın deyimiyle İstanbul'daki "ırzı kırık namert hükümet", işgalcilerin tüm tecavüz ve emirlerine "miskince boğun eğerken", Mustafa Kemal Erzurum'da toplantılarına devam ediyordu. "Her türlü zillete katlanan hükümet"e rağmen Mustafa Kemal, ülkenin karşılaştığı tehlikeleri halka daha iyi anlatma çabalarından vazgeçmiyordu.4 Temmuz'da, Erzurum kalesi muhafızlığına ait küçük bir binada geceleyin düzenlediği toplantıda, "tek bir tepe ve tek bir kurşun kalıncaya kadar savaşacağımızı" söyledi: "Milli mücadeleyi milletin büyük çoğunluğuna dayanarak hızlandırmak ve organize etmek zorundayız. Hükümet, düşmanların her türlü tecavüz ve emirlerine miskince boyun eğmekte, her türlü zilletine katlanmaktadır. Padişah ise, unvanı mahfuz ve baki kalmak koşuluyla her şeye razı bulunuyor. Arkadaşlar! Tek önlem, Hâkimiyet-i Milliye'ye dayalı kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk Devleti kurmak ve bu hedefe mutlaka ulaşmaktır. Hedefimiz bu olacaktır. Kolay şey değil. Büyük direnişlerle, ihânet ve hıyanetlerle karşılaşacağımız kesindir. Mücadele-i Milliye'ye atılanların yok olması için saray, hükümet ve ecnebiler muhakkak ki, ilk andan itibaren harekete geçeceklerdir." "Ülkeyi satma" sözleşmesi... "TÜRKİYE, 15 YIL İNGİLTERE'NİN SÖMÜRGESİ OLSUN!" Padişah Vahidettin'in eniştesi olan Başbakan Ferit, istifa etti!.. Paris konferansındaki başarısız temaslarının ardından İstanbul'a dönen Damat Ferit, güven tazelemek için Vahidettin'e istifa dilekçesini sunarak, yeni bir hükümet ile yoluna devam etmek istedi. "Bakanlar arasında uyum olmadığını" ileri süren Damat Ferit, yine Vahidettin tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Bu arada, kayınbirader-enişte ikilisinin üç ay kadar önce İngiltere'ye dehşetengiz bir teklifte bulunduğu ortaya çıktı: "Türkiye, 15 yıllığına İngiltere'nin sömürgesi olsun!.." HALKTAN SAKLANAN GİZLİ ANLAŞMANIN ilk görüşmesinin 30 Mart 1919'da yapıldığı belirlendi. 4 Mart'ta padişahın başbakanlığa getirdiği Damat Ferit, ay sonunda, İstanbul'da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Kaltorp'a (Galthorpe'a) giderek, Vahidettin'in hazırladığı anlaşmanın (muahedenin) taslağını sundu. Halktan gizlenen bu anlaşma metninde şu korkunç istekler yer aldı:1- (...) İngiltere 15 yıl boyunca, Türkiye'nin yabancılara karşı bağımsızlığını korumak ve iç güvenliğini sağlamak için gerekli bulduğu yerleri işgal edecektir. (Bu, artık bu yüzyılda "örtülü işgal" ile yapılıyor. "Paralel yönetim" yöntemi ile yapılıyor. AB gibi "Birlikler" ve IMF gibi "uluslararası ekonomi anlaşmaları" ile gerçekleştiriliyor. -HC) 2-Ermenistan, diğer büyük devletlerle anlaşacak olan İngiltere'nin isteğine göre bağımsız bir cumhuriyet olacaktır. 3-Boğazlardaki (Karadeniz ve Çanakkale'dekiler de dahil olmak üzere) bütün tahkimat yıkılacak ve buraları İngilizler tarafından işgal edilecektir. 4-İngiltere bir "dostluk işareti" olarak, padişah tarafından Osmanlı Bakanlarına İngiliz Müsteşarlar (yani onları idare edecek bakan yardımcıları -HC) tâyin edilmesine -lütfen- onay verecektir!. (Yani, "lütfen bizi denetleyin" mantığı. Ya da, bugün AB'nin dayatmaları karşısında söylenen "onlar istediği için değil, biz istediğimiz için yapıyoruz" mantığı!.. -HC) 5-Her vilâyete atanacak İngiliz Konsolosları 15 yıl boyunca Türk valilere "danışman"(!) olacaklardır. (Onlar da valileri yönetecekler!.. Günümüzde, devlet kurumlarına yerleşmiş yabancı danışmanlar ne yapıyor acaba? -HC) 6-Parlamento seçimleri ile yerel seçimler İngiliz Konsoloslarının gözetimi altında yapılacaktır. (İstenmeyen sonuç çıkma olasılığı görünürse -KKTC'de Annan Referandumu ve Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde olduğu gibi- seçim sonuçlarına müdahale edebilirsiniz, demek. -HC) 7-İngiltere ister başkentte, ister taşrada "mâli denetim birimi" kurma hakkına sahip olacaktır. (Düyun-u Umumiye İdaresi, IMF denetçisi gibi çalışabilirsiniz. Ekonomimizin denetimini tümüyle elinize alabilirsiniz, demek. -HC) 8-Anayasa, Doğu milletvekillerinin yetenek ve siyasi kabiliyetlerine göre sadeleştirilecektir. (Yani, Ermenistan gibi Kürdistan kurmanın yolu da Anayasa'da açılacaktır. -HC) Bu "satılık düşünceler" bile işgalcilerin gözüne girmeye yetmedi. Yazılı "teslimiyet belgesini" alan İngiliz Amiral, vatanını satan başbakanı aşağıladı, teklifi kabul etmedi. Satılmışlığın bile düzeyi vardı!: "Müttefiklerimizden ayrı bir anlaşma yapamayız.(...) Bu bakımdan teklifin bir kısmı ile bütün taraflar için bahsedilen faydaları takdir etmekle beraber, diğer taraftan pek fazla mahzurları olması muvacehesinde (=çerçevesinde) teklifinizi geri alın." Bu teklif, diğer işgalci devletleri bile kıskandıracak bir teklifti!. Yıllar sonra (1925'te) bu dönemi araştıran Şikago Tribün (Chicago Tribune) Gazetesi'nin İstanbul muhabiri, "Damat Ferit'in Bir İhanet Belgesi" başlığı altında, "Bu anlaşma ile Damat Ferit, Osmanlı İmparatorluğu'nu İngiltere'ye satmıştır" diye yazacaktı... Bu belge, İngiliz resmî belgeleri arasında 1952'de çıkıncaya kadar Türkiye ve dünyada duyulmamıştı. Kuvayi Milliye zamanında duyulsaydı, Vahidettin ve Damat Ferit'e karşı çok güçlü bir propaganda silâhı olurdu. Genç Tıbbiyeli'den Mustafa Kemal'e: "MANDA'YI KABUL EDERSENİZ, SİZİ DE REDDEDER, VATAN BATIRICISI İLAN EDERİZ!.." SİVAS KONGRESİ'NİN ilk üç gününde ana konulara girilemedi. Kongre üyeleri zamanlarının büyük bölümünü, o güne kadar kafalarında biriktirdikleri soruların yanıtını aramakla "güven oluşturmaya" yönelik tartışmalarla geçirdiler. Özellikle, "toplantı İttihatçıların toplantısı mıydı, değil miydi?" sorusu ve bu konuda "yeminler edilmesi" tartışması ön plandaydı. Daha sonra, Türkiye'yi işgalden kurtarmak için kurulan derneklerin birleştirilmesine karar verildi. "Manda" (himaye) konusu da kongrenin çok ayrıntılı biçimde üzerinde durduğu ana konulardan biri oldu. ANADOLU'DA BİR "MİLLİ HÜKÜMET" kurulmasına değinen Mustafa Kemal, mandacılığın kabul edilemeyeceğini vurguladı durdu. Milli hükümet kurulmasını isteyenlere (Mazhar Müfit, Hüsrev Sami Bey, Denizli ve Afyon delegeleri) destek veriyor ve buna karşı çıkacak Padişah ve Damad Ferit için "İsterlerse buna isyan adını versinler" diyor ama tedbirli davranıyordu: "Bunun için galeyana gerek yok. Bir işi zamansız yapmak, o işi sonuçsuz bırakmak olur. Düşüncelerinize karşı değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim.. Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır." İstanbul delegeleri ısrarla, Amerikan mandasına girilmesini istiyordu. Anadolu delegeleri ise kesinlikle buna karşıydı. Manda taraftarı "milliciler"(ulusalcılar), "mandanın, bağımsızlığın terk edilmesi anlamına gelmediğine" inanıyordu. Hatta, İstanbul delegelerinden İsmail Hami, "Manda kelimesine takılmayın. Bu kelimenin önemi yok. Önemli olan işin içeriğidir. 'Manda altına girdik' demeyelim de, isterlerse 'Sonsuz yaşayacak devlet olduk' diyelim" diyordu!.. Amerikan sömürgesi olmak isteyenler Mustafa Kemal'e şu sözlerle de baskı yapıyordu: "Çabuk, Amerikan himayesini isteyin. Bir dakika kaybedecek vakit yok. İstanbul'da filân Amerikalı veya Amerikan heyeti cevap bekliyor. Yoksa fırsat kaçacak. Biz kendimizi idare edemeyiz. Borçlarımızı ödeyemeyiz. Bizden bunlar geçmiştir. Çabuk, çabuk; aman yabancı devlet himayesi..." "Tam bağımsızlık" isteyenler arasındaki Bursa delegesi Ahmet Nuri ise, şöyle diyordu: "Kendimizi tümüyle âciz ve çaresiz kalmış görerek, 'bizi kurtarın' diye şuna buna yalvarmak gibi bir zillete bu millet dayanamaz. Ya ölürüz ya istiklal-i tam sahibi oluruz!" Manda tartışmaları kongre bitiminde de sürüyordu. Örneğin, bir gece "milli hareketin liderinin" odasındaki sesler dışarıya taştı.. Genç Tıbbiyeli delege Hikmet, sesini yükselterek heyecanla: "Paşam, üyesi olduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklâl davamızı başarmak yolundaki çalışmalar için gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle reddederiz. Örneğin, manda düşüncesini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal'i 'vatan kurtarıcısı' değil, vatan batırıcısı' ilan eder ve şiddetle kınarız!.." diyordu. Mustafa Kemal de heyecanlanmıştı: "Evlat (Çocuk!) müsterih ol. Gençlikle gurur duyuyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklâl ya ölüm!." Bu sözler üzerine Hikmet, "Var ol Paşam" diyerek Mustafa Kemal'in ellerine sarılıp öperken; Paşa da genci alnından öptü; "Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbâli size, genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır" dedi. Dönemin gazetelerinde yer alan bu haberi de "kaydeden" Mazhar Müfit, yıllar sonra şöyle diyecekti: "Mustafa Kemal Paşa, yıllardan sonra 'Acaba bizim Sivas Kongresi'ndeki biricik ateşli genç tıbbiyelimiz nerede?' diye sormuştu. Hikmet'i milletvekili yapmak istiyordu. Bulunamadı, 'ölmüş..' dendi. Halbuki, geçen sene hayatta olduğunu, albay rütbesine yükselmiş olarak bir askerî hastanenin başhekimliğinde bulunduğunu memnuniyetle öğrendim. "İŞTE "GERÇEK MUSTAFA!" Falih Rıfkı Atay "M. Kemal'in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs" adlı kitabında anlatıyor. Gündüzleri en ciddi işleri, ayaküstü, şaka eder gibi yapışı vardı. Bunlardan biri İngiliz harp gemilerinin limandan çıkması için ordu kumandanına verdiği ultimatomdur. Bazıları telaş etmişler:- Buraya kadar her şey iyi gitti, şimdi İngiltere ile harbe tutuşacağız, aldıklarımızı da geri vereceğiz, demişlerdi. Bizim bile, hele bir mütareke yapalım, İngiliz gemilerinin birkaç zaman daha İzmir limanında kalmasından ne çıkar, diyeceğimiz geldi. Fakat mühlet saati geldiğinde donanmanın ufuklara doğru kaybolduğunu gördük. İstanbul'daki Fransız Generali Pelle'nin Göztepe Köşkü merdivenlerini nasıl sarararak çıktığını hatırlıyorum. Konuşmadan sonra Mustafa Kemal diyordu ki: Bana, Boğazlar üstüne yürüyen kıtaları durdurmamı teklif etti. Ben de, muzaffer orduları hiçbir yerde durdurmak mümkün olmadığını, hemen mütareke yapmaya karar vermelerini söyledim! Bir müddet durdu, güldü: Muzaffer ordular, dedi. Bunlar o kadar dağıldılar ki toplamaya kalkışsam kim bilir kaç hafta sürer! İşte "gerçek Mustafa" bu!.. Hiçbir yalanla gizlenemeyecek kadar büyük olan Mustafa Kemal "dinsiz olmadığı" gibi, anti-emperyalist idi. İşte bizim anladığımız ve andığımız Mustafa Kemal bu. Bir tarih belgesi.. ATATÜRK'Ü TUTUKLAMAYA GELENİNGİLİZ KOMUTAN!.. Yıl 1941. Artık emekli olmuş İngiliz İşgal Tabur Komutanı Mr. Salter, uçuş eğitimi için İngiltere'de bulunan Türk pilotu Kemal İntepe'ye anlatıyor: 1919 yılında Piyade Binbaşı olarak Samsun'daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul'daki Komutanlığımdan "Mustafa Kemal adında bir Türk Paşası'nın, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan görevli olarak ayrıldığını, vapurdan gönderdiği telgrafta istifa ettiğini, şayet Samsun'a gelecek olursa tutuklanmasını" bildiren şifreli bir telsiz telgrafı aldım. KARA KALPAKLI, SERT BAKIŞLI KİŞİLER.. İngiliz işgal komutanı Samsun'a indiğinde kaynayan kalabalıklar görür. Siyah çizmeli, külot pantolonlu, kara kalpaklı, sert bakışlı kişilerin çokluğu dikkatini çeker. Dört gün önce İzmir işgal edilmiş, durum kritiktir. "..Bütün gece hiç uyumadan yatağımda döndüm durdum. 19 Mayıs sabahı erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Bir olay çıkmaması için taburumla iskele ve civarını kordon altına aldım.." Bu arada, her İngiliz askerinin arkasına siyah çizmeli ve kara kalpaklı kişiler -muhtemelen tebdili kıyafet etmiş Türk zabitleri- usulca sokulmuştur. Kentin ileri gelenleri ve halk sandallarla vapura doğru akın etmeye başlar. "..Görevimi iskelede yapamayacağımı anladım. Yardımcıma gerekli talimatları verdikten sonra motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Vapura ilk varan ben oldum. İki silahlı erimi motorda bırakıp Rum tercümanımla birlikte vapurun merdivenlerine tırmandım. Beni selamlayan iki tayfaya, gemideki yolcu generali görmek istediğimi bildirdim. Bir tanesi bizi salon kapısına kadar götürdü. Tam zamanı diye düşündüm." "BEN VE TABURUM EMRİNİZDEDİR!.." İşgal komutanı kararlı adımlarla salona doğru ilerler, kapı yarı açık, herkes ayaktadır: "..Kapıda durdum. Herkes ayaktaydı. Ortadaki sarışın mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze geldim. Bir anda ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verdikten sonra farkında olmadan ağzımdan şu sözler döküldü: Ben ve taburum emrinizdedir!.. Evet, bunu nasıl söylemiştim!.. Daha önce böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Tercümanım bir an durakladı, dönüp bakınca toparlandı ve sözlerimi Türkçe olarak iletti. Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi." Yukarıdaki satırlar Emekli Piyade Kıdemli Albay Mustafa Başel'in "Bir Başka 19 Mayıs" adlı makalesinden. Bizi bu makaleden haberdar eden ise Emekli Hava Albay Hüseyin Avni Güler (Ceviz Kabuğu programı, Avrasya Televizyonu, 13.02.2009). "BAŞKA TÜRLÜ HAREKET ETSEYDİM.." İngiliz işgal komutanı yıllar sonra ülkesine döndüğünde divanı harbe verilir. Savunmasının sonunda şunları söyler: "..Görüyorsunuz sayın hakimler, karşınızdaki bu subay Başbakanımızın (L. George) bahsettiği 20. asrın dâhisi ile hem de hiç beklemediği bir anda karşı karşıya, göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?.. Hiçbir şey!.. Başka türlü hareket etseydim eğer, bugün benimkiyle beraber bütün taburun mezarlarını ziyarete gidecektiniz. Şimdi eceli ile ölmüş üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş ve ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir!.." NOT. Hulki Cevizoğlu’ndan alıntıdır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna giden, Osmanlı'nın küllerinden bir ulus inşa eden ve milli mücadelenin "örgütlü" ilk kıvılcımının atıldığı günün 100. yıldönümü!

AYDIN- Atatürk'ün, "Benim doğum günüm" diyerek Türkiye'nin doğuşu ile kendisini özdeşleştirdiği 19 Mayıs'ın 100. yılı. Eskiden başbakanların, bazı partilerin genel başkanlarının aniden hastalandığı, Anıtkabir'e gitmedikleri, katılmadıkları törenlere isyanın yıldönümü…

Tören alanlarından okul bahçelerine, sınıflara kovalanan, sıkıştırılan ve "kıstırılan" yıldönümlerine direnişin yıldönümü.

Mutlu ve kutlu bir gün

Atatürk'ün, "Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır" dediği günlerin 100. yıldönümü.

Atatürk'ün, "Türk çocuğu atalarını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır" dediği günlerin 100. yıldönümü.

Anadolu'nun yeniden Türkleştiği 1071'in 948. yıldönümü…

Atatürk'ün, "Bu memleket dünyanın beklediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine yüksek sahne oldu" dediği günlerin 100. yıldönümü.

Atatürk'ün, "Bu sahne, 7 bin senelik en aşağı bir Türk beşiğidir" dediği; "Beşiği tabiatın rüzgârları salladı, beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu, sonra onlara alıştı, onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu" dediği; "Bir gün, o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu, Türk oldu. Türk budur, yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir" dediği günlerin 100. yıldönümü.

Türkiye Cumhuriyeti'nin, dünya siyasetinin ana rahmine düştüğü günün 100. yıldönümü. (Türkiye Cumhuriyeti'nin Regaip gecesi!) Ve, bazı kişiler tarafından başkentimizin, milli marşımızın içinde bulunduğu "Anayasa'nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez" ilk üç maddesinin değiştirilmek istendiği günlere direnişin yıldönümü.

Yani, "Atatürk'e ait ne varsa yok edilmek" istenilen günlere direnişin yıldönümü. 1919'un 100. yılında, birinci asrında (yüzyılında), üç gün sürecek bu dizi yazımızda, bölümler halinde hatırlatmalar yapacağız.

ÇÜNKÜ, BİR YÜZYILA SIĞMAYAN VE HALEN DEVAM EDEN MÜCADELEYİ ÜÇ GÜNE SIĞDIRMAK, TIPKI AKİF'İN "GEL SENİ TARİHE GÖMELİM DESEM SIĞMAZSIN" DEDİĞİ GİBİ ASLA MÜMKÜN DEĞİLDİR! İŞGAL BAŞLIYOR... HALK SESSİZCE SEYREDİYOR..

15 Mayıs 1919 Perşembe.. Atatürk'ün Samsun'a çıkmasından dört gün önce, güzel yurdumuzun incilerinden İzmir işgal ediliyor. Halk sessiz ve üzgün seyrediyor. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa'nın "mukavemet edilmemesi" emri yüzünden Türk kuvvetleri kışlalarına çekildiler. İngiliz, Fransız, Yunan bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) öğleden sonra, mevkii müstahkemleri (savunma tesislerini), kaleleri işgal ediyorlar.

GÜNLERDEN BERİ İzmir Limanı’nda toplanmakta olan yabancı harp gemilerinden öğleden sonra bahriye silâhendazları (deniz piyadeleri) indiler ve kentin çeşitli noktalarını işgal ettiler. İngiliz birlikleri, Karaburun ve Uzunada tarafını, Fransız kuvvetleri Urla ve Foçalar'ı, Yunan müfrezeleri de Yenikale'yi kontrolleri altına aldı.

Halk sokaklara, kordon boyuna yayılarak sessizlik içinde bu işgali seyretti. Yıllarca bu ülkenin ekmeğini yiyen, para kazanan şehirdeki Rumlar ise, şenlikler yaptılar ve karaya çıkan Yunan silâhendazlarını büyük gösterilerle karşıladılar.

İzmir'i işgal eden Yunan askerleri. İzmir'i işgal eden Yunan askerleri. İzmir'in işgalinde yerli Rum kızları Yunan bayrağı ile işgalcileri karşılıyor.

HÜKÜMET: İŞGALE İNANMAYIN!

HARBİYE NAZIRI Şakir Paşa, "Bu gibi şayialara (söylentilere) ehemmiyet vermeyin" açıklamasını yapıyor!.

SABAH SAATLERİNDE, 17. Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa, Harbiye Nezareti'ne (Savunma Bakanlığı'na) telgraf çekti. Komutanın telgrafından anlaşıldığına göre, resmi işgal, İstanbul Hükümeti tarafından komutana bildirilmedi. Yunan İşgal Komutanı ise, son dakikada tebligatta bulundu. Buna rağmen, Hükümetten bilgi verilmediği için, komutan kararsız. İşgalcilerle "işbirliği" içindeki İstanbul Hükümeti, kendi ordusunun komutanını aldatıyor. Komutan da, basiretsiz ve aldanma eğiliminde. Ali Nadir Paşa, telgrafında, "halktan duyduklarına dayanarak" şöyle diyor:

"Halk arasındaki şayialara (söylentilere) göre, İzmir'in Yunan kıtaları tarafından işgal edileceği yahut Yunanistan'dan daha evvel İzmir'e getirilmiş bulunan Yunan Kızılhaç ekiplerinin, el altından yerli Rumlar'dan teşkil edip silahlandırdığı kuvvetler tarafından, içeriden işgal altına alınacağı ihtimali vardır.

"Komutan, işgal karşısında nasıl hareket edeceğini Bakanlığa sorarak, çok acele emir bekliyor. Fakat, Harbiye Nezareti, İzmir'i savunacak olan komutana hiçbir cevap vermiyor!

O sırada, Midilli Limanı’nda bekleyen Averof Zırhlısı'nda, Yunan 1. İşgal Tümeni Komutanı Albay Zafiryo, son önlemlerini yazılı emre döküyordu:

"Türk mukavemetine (direnişine) imkan bırakmamak için İzmir'in etrafı süratle abluka (kuşatma) altına alınacaktır. Yabancı unsurların kent içinde kargaşalık çıkarmalarına imkan bırakılmayacaktır. Kent içinde meydana gelecek direnişleri kırmak için, Türk ve Rum mahalleleri birbirlerinden tecrit edilecektir."

İşgalin planı, sabah saatlerinde Amiral Kaltorp'un başkanlığında yapılan bir toplantıda kararlaştırılmış ve saat 09.00'da, Kolordu Kumandanı Ali Nadir Paşa ile Vali Kambur İzzet'e bir nota ile işgal tebliğ edilmişti.

Kolordu kumandanı, işgal notasını alır almaz, bu kez, telgraf makinesinin başına geçti, Bâbıâlî ve Harbiye Nazırı Şakir Paşa ile konuşmaya çalıştı. Harbiye Nazırı Şakir Paşa, mors alfabesinin başında cevap veriyor:

"İşgal vukuuna dair Bâbıâli'ye verilmiş bir malumat (bilgi) yoktur. Amiralin bu teklifi (işgale, "teklif" diyor!), Mütareke şartları hükümleri icabından olmakla, muvafakat edilmesi (=uyulması) lüzumu tabiidir."

"Efendim, bunun bir Yunan işgaline yol açacağı ısrarlı şayiaları vardır."

"Bu gibi şâyialara (=söylentilere) ehemmiyet vermeyiniz!

"GECE YARISINA yaklaşırken, İngiliz Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Kaltorp (Calthorpe) ikinci notasını (müzik notası değil, işgal notası!) veriyor ve "esef verici olaylara meydan verilmemesini"(!) istiyor:

"Mondros Mütarekenamesinin 7. maddesi gereğince, İtilaf Devletleri namına, İzmir Yunan askeri birlikleri tarafından işgal olunacaktır. Bu karar Bâbıâli'ye de bildirilmiştir. Çıkarma kuvvetleri yarın (15 Mayıs 1919) saat 08.00'de İzmir'e ulaşacaklardır. Yunan deniz silahlı müfrezeleri, saat 07.00'den itibaren iskeleleri işgal edecektir.

Esef verici olaylara meydan vermemek üzere, Osmanlı kıtaları, bulundukları mahallerde kalmalıdır. Bir İngiliz deniz piyade müfrezesi tarafından işgal edilecek olan Telgrafhanede, sansür edilmek kaydıyla, resmi muhaberata müsaade edilecektir. Yunan askeri makamlarının emirlerini bekleyin."

İzmir'in karşısındaki Midilli adasındaki 1.Yunan Tümeni, sabaha karşı İzmir'e hareket ediyor. İşgal başlıyor!..

"Ö d e m e s a a t i g e l m i ş t i !

"İZMİR'DEKİ TÜRK KOMUTAN Ali Nadir Paşa ise, emrindeki birliklere şu talimatı veriyor!:

"İzmir müstahkem mevkii tahkimat bölgesi, bugün öğleden sonra İtilâf Devletleri kıtaları tarafından işgal edilecektir. Toplar ve diğer her türlü harp malzemesi bu kıtalara teslim edilecektir.

Bu bölgelerdeki komutanlar, subaylar ve erler, esef verici olayların olmaması için (!) garnizonlarından çıkmayacaklar ve bu bölge dışında ve gerilerinde toplanacaklar, kolorduca verilecek emre göre hareket eyleyeceklerdir.

Bu işgal esnasında katiyen karşı konmayacak, işgale gelecek İtilâf müfrezelerine gereken kolaylıklar gösterilecektir."

Bu emri veren komutan daha sonra, Yunanlı bir işgal teğmeninden tokat yiyeceğini bilmiyordu!.. Kolordu emri nedeniyle, Türk birlikleri işgalden hemen önce sessizce çekiliyor ve düzenli hiçbir çatışma olmuyor. Ordu "tek kurşun atmadan" İzmir işgalcilere teslim ediliyor!..

Bugün bile pek çok insan, İzmir'i yalnızca Yunanlılar'ın işgal ettiğinin propagandasını yapıyor. Oysa, İzmir'e çıkanların başında İngiliz, Fransız ve İtalyanlar geliyor. Bu ülkeler, Yunanlıları ileri sürerek, onlara "işgal taşeronluğu" yaptırıyor. Kendileri, tıpkı Irak işgalinde olduğu gibi, geriden idare etmeyi tercih ediyor. Görüyoruz ki, neredeyse 100 yıl önceki taktik de aynı. Bugün yaptıkları hiç de sürpriz değil.

Amerikan Basını:

"TÜRKİYE: SONUN BAŞLANGICI"

İzmir'in işgali, Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) tarih boyunca Türkler'e hangi gözle baktığının da bir göstergesi ve dahası "tarihi bir belgesi" oldu.18 Mayıs 1919 tarihli The New York Times gazetesi, "Türkiye: Sonun Başlangıcı" başlığı altında "Türkler'e Anadolu'da küçük bir bölge bırakılabileceğini" yazıyordu: "İzmir'in işgali; Asya ve Avrupa Türkiyesi'nin her tarafında manda yönetimlerinin kurulması ve Türkiye Devleti'nin bağımsız bir imparatorluk olarak varlığının ortadan kaldırılması yolunda atılan ilk adımdır. Halen İstanbul'da bulunan Türk Sultanı'na Bursa ve civarında küçük bir bölgenin bırakılacağı tahmin edilmektedir."

(...) Aynı kaynaktan verilen bir diğer habere göre, Avrupa Türkiye’si iki bölüme ayrılarak bir bölümü Yunanistan'a verilecek, diğer bölüm ise uluslararası bir devlet haline getirilecektir. İstanbul ve çevresini kapsamına alacak olan bu ikinci bölümün Amerika Birleşik Devletleri mandası altında yönetilmesi öngörülmektedir."

"MASA BAŞINDA KAYBETMEK" deyiminin de, "Türk'e Türk propagandası" ya da "derin devletin psikolojik savaşının(!) ürünü" olmadığını da, yine Amerikan basını 1919 yılında belgeliyordu.

The New York Times, bu haberin yayınından bir gün önce, 17 Mayıs tarihli baskısında, "İzmir Türkler'in Elinden Alındı" ve "Hesaplaşma Günü Yaklaşıyor" başlıkları ile şunları yazıyordu:

"Paris'ten gelen son haberlere göre, yakında imzalanacak antlaşmalarla Avrupa'daki Türk hâkimiyetinin son kalıntıları da temizlenmiş olacaktır.(...) İzmir ve çevresindeki bu kuvvet yığınağı, Türkler'e masa başında kabul ettirilen barış şartlarının uygulanmasına geçildiğinde doğabilecek tepkilere karşı bir tedbir niteliğindedir.

"Yaklaşık 100 yıl önce de, Avrupa "Türk adını tarihten silmek" ve her türlü hilelerle boyunduruk altına almak için "masa başında" oyunlar oynuyordu. Türkler'in "işini bitirmek" için, Yunanlılar "son 750 yılın en büyük fırsatını"(!) yakalamıştı.

Amerikan basınının iki yıl sonra (1921'de) vurgulayacağı bu tarihi araştırdığımızda, karşımıza Miryokefalon Savaşı çıkıyor. Türkler'in 1071'de Anadolu'ya girişinden 100 yıl gibi çok kısa bir zaman sonra, "Türkler'i Anadolu'dan atmak" isteyen "Haçlılar" adındaki Avrupa'nın Birliği, bozguna uğramıştı.

İZMİR VALİSİNE GÖRE, İŞGAL HABERLERİ "PARANOYA!"

İZMİR VALİSİ İzzet ise, millî kuvvetleri örgütleyip, direnişi başlatmak yerine, Türk gazetelerini yalanlama, halkı tepkisizleştirme ve (İstanbul'daki) hükümete yaranma telaşındaydı. Ona göre, İzmir'in işgal edileceği haberleri "paranoya" idi!.. Herkes hayal görüyor, bir tek o gerçekleri söylüyordu!..

Köylü Gazetesi'ne tekzip gönderiyor, "Bazı kötü niyetliler, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edileceği tarzında şayialar çıkarmışlardır. Tekzip olunur"; Islahat Gazetesi'ne demeçler veriyordu, "Sorduğunuz konular, genel politikamızı ilgilendirir ki, henüz Avrupa'nın bu konuda kararları belli değildir. Ama, kuvvetle zannediyorum ki, bu ülke halkını bugün endişeye sevk eden durum, Barış Konferansı'nda gündeme gelmeyecektir!

"Valiye göre, bu haberleri çıkaranlar "hayal" görüyordu: "Bunların nereden çıktığını bilmiyorum. Kuşkusuz, bu gibi söylentileri art niyetli, zihinleri hayalet ile dolu birtakım insanlar, temiz ve saf insanları kandırmak maksadıyla yaymaktadır.

"Ona göre Barış Konferansı, "cihanı tanzim" ile uğraşıyordu. Yani, "dünyayı düzenleme" ile. Bugünkü adıyla, "Yeni dünya düzeni!" ile...Ve bu, devletin valisi için çok normaldi!..

Oysa, az sonra, kenti işgal edilecek, katliama uğrayacak, namusu çiğnenecek ve İzmir yakılacaktı!.. Dönemin "Nevrotik Sindrellası" vali, Barış Konferansı'nın "gayet adilâne" karar almasını bekliyordu!:

"Bu dakikaya kadar, devletimizin menfaatlerine aykırı Avrupa'ca hiçbir karar olmadığı gibi, alınacak kararın ters olacağına ilişkin de bir işaret (emare) mevcut değildir. Aksine, bizi memnun edecek işaretler vardır!.."

Tepesinde sallanan kılıç, az sonra, bağlı olduğu saç kılından kurtulacak ve ensesine saplanacak olan vali; Türkiye'nin işgalini kararlaştırmış ve son düzeltmeleri yapan "İşgal Konferansı"nı (yasal adı, Barış Konferansı!) savunuyordu. Hayal dünyasında yaşayan (Sindrella) ve kendisini yabancılara beğendirme çabasındaki (nevrotik) vali, "bizi memnun edecek işaretlerin olduğunu" halka propaganda ediyordu!.. Lanet!..

MUSTAFA KEMAL ise, bu arada, Nişantaşı'nda Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın evinde idi. Özel toplantıya, yeni Cevat Paşa da katılıyordu. Yemekler yenmiş, kenara çekilinmiş, kahveler içiliyordu. Damat Ferit bir harita istedi, gelen harita üzerinde konuşmaya başladı:

"Paşa, yeni görevinin mahiyeti nedir? Neler yapmak istiyorsun?"

9. Ordu müfettişliğine atanan Mustafa Kemal, "Efendim" dedi, "İngiliz raporlarına göre, Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış. Biraz abartılıdır sanıyorum... Yerinde yapacağım inceleme ile bunları hallederiz. Şimdiden isabetli bir şey söyleyememekten korkarım."

Teslimiyetçi Genelkurmay Başkanı, hiçbir ümit taşımıyordu:

"Efendim, Paşa tabii o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecektir. Zaten nerede kuvvet kaldı ki?"

Mustafa Kemal, müfettişlik yetkisi içinde "tüm Doğu illerindeki komutan ve valilere doğrudan emir verme yetkisinin" de olmasını istiyordu. Kendisini İstanbul'dan uzaklaştırmak isteyen Damat Ferit, "yetkiyi alsa da emir vereceği ordu kalmadı" düşüncesiyle bu yetkiyi kendisine tanıdı.

Damat Ferit Paşa'nın Nişantaşı'ndaki konağından birlikte çıkan Cevat (Çobanlı) Paşa, Teşvikiye'ye doğru yürürken, Mustafa Kemal'e döndü:

"Bir şey mi yapacaksın Kemal?"

"Evet Paşam, bir şey yapacağım!"

"Allah muvaffak etsin."

"Mutlaka muvaffak olacağız!"

Mustafa Kemal, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydi!:

"Tarih bana öyle uygun koşullar hazırlamış ki, bakanlıktan çıkarken heyecandan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim."

Mustafa Kemal, daha sonra Damat Ferit hakkında düşündüklerini şöyle dile getirecekti:

".. ne yazık ki İstanbul'da, 300 milyon Müslüman'ın bugün büyük umutla baktığı hilafet makamında vatan, millet düşmanı bir hükümet iktidar mevkiinde duruyor. Damat Ferit Paşa gibi cahil, haris (=hırslı), hodbin (=kibirli) bir hanedan mensubu şahıs, yüce saltanata maalesef leke olan bir millet haini, sabit fikirleri ve hayvani inadıyla vatan ve milleti, milletsiz saltanat olamayacağı için, bu arada saltanat makamını da muhakkak bir uçuruma sürüklüyor."

İLK KURŞUN Gazeteci Osman Nevres (Hasan Tahsin), "ilk kurşun"u attı ve "ilk şehit" oldu...

 Mustafa Kemal Samsun'a hareket ediyor... İstanbul gazetelerinin çoğunun başyazıları beyaz çıktı... "Elinde adalet meşalesi, dilinde hürriyeti akvam(ulusların özgürlüğü). Cihana haykıranlar nerede?..

"OLAYIN FARKINDA OLMAYAN "bir kısım basın", işgal yokmuş gibi o günkü baskılarında günlük yaşamdan kesitlere yer veriyordu:

"Konut kiralarının 5 kat artması protesto edildi!", "Amerikan kunduraları gelmiştir. Reklam fiyatına satılmaktadır!.."

Evet, gerçekten kunduralar gelmişti ama bunlar, Amerikan kundurası giyen Yunan işgal askerleri idi!.. "Bir kısım basın", "Ali Kemal'lerin basını", işgal askerlerinin postal seslerini duymuyor, Amerikan kundurasının reklamını yapıyordu!..

İzmirli Rum kızlar yol kenarlarına dizilmiş, Yunan bayrağının rengi olan mavi-beyaz elbiseler giymişlerdi. Binlerce Rum, ellerinde çiçekler ve Yunan bayrakları ile büyük sevinç gösterileri yapıyordu. Kızlar çığlık atıyordu.

Güleryüz Dergisi'nde karikatür: "Ali Kemal Bey Hücre-i Mesaisinde."

(29 Aralık 1921)MÜTAREKE BASINI İŞGALİ KUTSUYOR, SOYLU BULUYOR!..

İzmir işgal altında iken "mütareke basını" neyle uğraşıyordu?.. İşgal öncesi ne yapmıştı, İzmir işgal altına girince ne yaptı?.. Halkı uyandırma ve uyarma görevini yapıyor muydu?..

Millî güçlere, Kuvayi Milliye'ye destek veriyor, onların görüş ve duyurularına yer veriyor mu idi?.. Yoksa, düşmanla işbirliği mi yapıyordu?..

SOMUT ÖRNEKLER vererek, her dönem ortaya çıkan "mütareke basınının" ne yazdığını görelim. Bunlar, işgalden sonra yazdıkları önemli ilk yazılarıdır.

İzmir'in işgalinden iki gün sonra, 17 Mayıs 1919:VAKİT GAZETESİ: "İŞGALE KARŞI ÇIKMAYALIM!.."

"İzmir askeri tesislerinin Yunanistan işgali altına alınması kamuoyu üzerinde korkunç bir sır etkisi yaptı.(!..) Hükümetin basına dağıttığı resmi açıklama metni, bu sırrın çözümünü kolaylaştırmaktan çok biraz daha üzerini örtmektedir. (...) Gerçi bugün İzmir havalisinde müttefiklerin çıkarlarını tehdit edecek bir durum bulunduğuna ilişkin hiçbir şey yoktur. Bununla birlikte, böyle bir işgal bize göre gereksizdir.

Fakat madem ki, İtilaf Devletleri kendileri için böyle bir durum olduğunu zannetmişler. Zararı yok, karşı çıkmayalım (engellemeyelim). Nihayet mütareke süresince devam edecek olan böyle bir önlem almalarına bir şey demeyelim. Eğer İzmir'i işgal eden asker İngiltere, Fransa, Amerika, İtalya devletlerinden birine mensup olsaydı, bu biçimde bir akıl yürütme geçerli ve mantıklı olabilirdi. Fakat gerçek bu merkezde değildir. İzmir limanına çıkarılan asker Yunan kuvvetlerinden oluşmaktadır.

Sırf bir Mütarekenamenin uygulanması biçim ve niteliğinde olsa bile İzmir'in Yunan kuvvetleri tarafından işgali Türkler ve Müslümanlar tarafından derin bir üzüntü ile karşılamak için yeterlidir. Bununla beraber sorun bundan ibaret kalsaydı, bugüne kadar derin acılara katlanan Anadolu Türk ve Müslümanları buna da geçici olarak sabır ve sükut ile katlanmayı göze alırdı.

Ne yazık ki böyle değildir. İzmir'in işgalinin anlamı, bundan daha başka daha acı bir gerçeği içerir. Amiral Kaltorp (Calthorpe) tarafından merkezi hükümete verilen notaya göre, İzmir'in işgali Mütarekenâme'nin değil, belki Paris Barış Konferansı'nın hakkımızda aldığı kararlar arasındaki bir maddenin uygulanmasından ibaret olduğu anlaşılmaktadır.

İşte bütün Anadolu'yu en derin endişe ve azaplar içinde kıvranmaya mecbur eden şey, meselenin bu yönüdür.(...) Türkiye meselesi basit bir iş değildir. Ve en pürüzlü mesele Harp'ten (1.Dünya Savaşı) önceki Türkiye'nin ihtiva ettiği çeşitli milletlere verilecek yeni yönetimlerin biçimi ve içeriğini belirlemektir. Sırbistan, Suriye, Irak, Kilikya, Ermenistan, İzmir, Trakya, İstanbul meselelerinin her biri bir ırk ve millet meselesidir.(...) Mehmed Asım"

"İşgale karşı çıkmayalım" diyen Vakit Gazetesi (17 Mayıs 1919)Görüldüğü gibi, Vakit Gazetesi yazarı Mehmed Asım, "İşgale karşı çıkmama" çağrısı yapıyor!..

Üzüntüsü ise, işgalin farklı gerekçeye dayanmasından!.. İzmir'in işgalinden iki gün sonra, 17 Mayıs 1919:İKDAM GAZETESİ, İŞGALCİLERDEN İYİ NİYET BEKLİYOR!..

"(Haber Kaynağı: Vilâyetten gelen telgraflar, İtilaf Devletleri temsilcilerine başvuru, Hürriyet ve İtilaf Partisi Genel Merkezi'nin açıklaması, İzmir ile posta ve telgraf haberleşmesi.)

İzmir'in işgali bütün memleket üzerinde çok heyecanlı bir etki yapmıştır. İşgal durumu, adeta bir elektrik hızıyla ülkenin her yanına yayılmış ve yüce hükümet ile İtilaf Devletleri temsilcilerine, Hürriyet ve İtilaf Partisi Genel Merkezi'ne, basına ulaşan yüzlerce telgrafta Türk unsurunun çoğunlukta bulunduğu İzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin Vilson ve insaniyet prensiplerine aykırı olduğu açıklamasıyla, milletin hakkının savunulması talep ve rica olunmuştur. Belediye reisleri ile müftü ve eşraftan (ileri gelenlerden) birçok kişinin imzası ile Konya, Soma, Yalova, Niğde, Mardin, Kalecik, Konya Ereğli'si, Seydişehir, Bayramiç ve Burdur ile çeşitli bölgelerden işgal aleyhinde matbaamıza ulaşan telgrafları aynen yayınlamaya yerimiz yeterli olmadığından bunlardan yalnız ikisini yayınlıyor ve yüce hükümetin bu konuda yaptığı çalışmaların İtilaf Devletleri tarafından iyi karşılanacağını ümit ediyoruz

Bayramiç 15 Mayıs- Devletler Hukuku kurallarına aykırı ... işgale karşı ... dîni ve milli bağlarımız ile kutsal vatanımızı korumak için gereken her özveriyi yapmaya hazırız.(...) Seydişehir 16 Mayıs- (...) İzmir, vatan parçalarının en önemlisi ve özbeöz Türk yurdudur. Buranın işgalinin hiçbir zaman mümkün olamayacağını zaman kanıtlayacaktır.

İzmir'i işgal hak ve adalete karşı isyan demektir. Uygarlık (medeniyet) ve adaletin dağıtılmasıyla dünyaya rehber olmak isteyen İtilaf hükümetleri ve insanlık âlemi bu işgale izin vermez. Hak ve adaletin gömülmesi ve hakkın unutulmayacağına inanan Miting Heyeti ve halk bütün varlığı ile işgali reddeder.(...)

Bu acıklı olayın milletin kalbinde açtığı derin yara, ancak hakkını kabul ve onaylamakla kapanabilir.

"Bir süre Ali Kemal'in "başyazarlığını" yaptığı İkdam Gazetesi, işgalle ilgili ilk haberi (açıklamaları) 17 Mayıs'ta veriyor. Örneğini yukarıya aldığım bu sayısında, işgal haberi birinci sayfanın ancak son sütununda yer bulabiliyor.

Toplumun işgale karşı yoğun tepkilerinin gazeteye iletilmesi karşısında sessiz kalamadığı için, bu tepkilerden ikisine yer vermek zorunda kalıyor. Bu tepkileri okuduğumuzda Türk milletinin, bu mütareke basınının aksine, işgale karşı ne denli şiddetli ve yoğun bir "direniş" gösterdiğine tanık oluyoruz. Yıldırım gibi yağan ulusal (millî) tepkilere direnemeyen ve bunları küçülterek yayınlamak zorunda kalan İkdam Gazetesi, bu görüşlere katılmıyor. Halkın tepkisine karşın, "Yüce hükümet" dediği "Damat Ferit Hükümeti'nin çalışmalarının işgalciler tarafından iyi karşılanmasını, iyiye yorulmasını" bekliyor!..

Yani, "işgalcinin merhametine sığınıyor!.." Mustafa Kemal karşıtı Damat Ferit'in Ali Kemal'li hükümetinin yanında yer alıyor. Yukarıda örneğini verdiğimiz "halkın tepkisi" yerine "işbirlikçi hükümetin görüşlerini" yayınlıyor.

İzmir'in işgalinden üç gün sonra, 18 Mayıs 1919:ALEMDAR GAZETESİ, İŞGAL KOMUTANINA "SOYLU" DİYOR!.. "

(...) Dünden beri İzmir Valiliğinden ulaşan çok sayıdaki telgraftan, daha önce verilen notada açıklanan işgal biçiminin değiştirildiği anlaşılmış ve gerçekten soylu Amiral Kaltorp Hazretleri, Yunan askerinin kente girdiğini valiye bildirmiştir. (...) İzmir'de yüzde 83 oranında çoğunluğu oluşturan ve dîni, düşüncesi, amacı, hayâli ve adetleri orada yaşayan azınlıklarınkinden tümüyle farklı olan Türk halkı ile tümüyle Türk olan yeni bir kent olduğu için burada Türk milletinin hakkını göz önüne almamak; hem çok zor, hem de adalet ve tarafsızlık ilkesini çiğnemek ve insafsızlık olur. Bununla birlikte, ne hükümet ne de Osmanlı milleti, devletin en önemli kentlerinden birinin işgalinin kalıcı olacağı ihtimalini bir an için bile kabul edemezler.

Osmanlı Hükümeti, İtilaf Devletleri hakkında saygılı düşüncelerini korur. Ancak adı geçen devletlerin, kuvvete dayanan arzularına boyun eğmesi, hiçbir biçimde hakkından vazgeçme anlamına gelmez. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz." İngiliz mandası (sömürgesi) yanlısı Alemdar Gazetesi, İngiliz işgal komutanını "soylu" buluyor! Yakındığı konu ise işgal değil, işgalin biçimi!..

O da, işgal biçiminin -kendilerine bildirilmeden(!)- değiştirilmesinden yakınıyor. İşgale karşı direnmekten ve halkın tepkisinden söz etmiyor. Edilgen biçimde, Hükümetin "işgale boyun eğmesine" gerekçe buluyor. "Haklıyız ama boyun eğmeliyiz" mantığı ile kitleleri uyuşturuyor!..

İzmir'in işgalinden beş, Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışından bir gün sonra, 20 Mayıs 1919:VAKİT GAZETESİ: "İŞGAL Mİ, YARDIM MI?"

"(...) Şimdi bu oldu-bitti (işgal) karşısında ne yapacağız? İşgal burada kalacak mıdır? Yarın daha başka biçimde oldu-bittiler çıkmayacak mıdır? Bu olasılıklar karşısında görevimiz ne olacaktır? Yeni kurulan Ferit Paşa Kabinesi bu soruların fiilen yanıtını vermek görevini üstlenmiştir. Bütün millet, hükümetten bu görevin olgunluk ve sabırla yerine getirilmesini bekliyor. (...)Ortak tehlike karşısında, hükümet kuvveti altında tam bir birlik ile yürümeli, aykırı düşüncelerin önüne geçmeli, hakkımızı savunmalıyız. Kendi kendimizi aldatmak zamanında değiliz. Vatan tehlikededir. Mehmed Asım"

Daha önceki yazısında "işgale karşı çıkmayalım" diyen Mehmed Asım, üç gün sonraki yazısında "Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin etrafında birleşme" çağrısı yapıyor!..

Önüne geçilmesini istediği "aykırı düşünceler"(!) de, Kuvayi Milliyeciler'in "direniş" düşüncesi!.. "UYAN, EY TÜRK OĞLU, UYAN!"OSMAN NEVRES (Hasan Tahsin), 30 yaşında, uzun boylu, yakışıklı, güler yüzlü ve "silahlı direnişi" savunan genç vatanseverlerden biriydi.

Hukuk-u Beşer Gazetesi'nde başyazarlık yapıyordu. İşgali kabullenemiyor, "düşmana direnç gösterilmemesine" içerliyor, "Uyan, ey Türk oğlu, uyan!" diyerek ulusal bir görev yapıyordu:

"O Yunan gelsin (...) silâhlarımızı toplasın. Evlâtlarına silâh dağıtsınlar. Benliğimizi parçalasınlar. Ruhumuzu ezsinler. Fakat asla, asla unutmasınlar ki Türk ölmedi, yaşıyor. Kalbinin, ruhunun, Müslümanlığı'nın, peygamberinin telkin ettiği ilhamat (=ilâhi düşünceler) ile yaşıyor. Ve burayı Yunan'a vermeyecektir. Vermek isteyecek kuvvetle paylaşacak kozumuz var. Hatta süngülerimiz, silâhlarımız olmasa bile... Asî ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz. Ne kadar zehirli olurlarsa olsunlar, o dişlerle, üstün maneviyatla kuvvetlenen dişlerimizle kalplerini parçalayacağız."

SÜNGÜLÜ Yunan Müfrezeleri, saat kulesi karşısındaki Kışla'ya girerek, Kolordu komutanı başta olmak üzere, Kışla içinde "savaşmadan bekleyen" bütün Türk subaylarını, itiş kakış içinde esir aldı.

Yunanlılar, gözdağı vermek için, esir aldıkları Türk komutanları halk arasında yürüterek Pasaport iskelesine getirdi ve Patris vapurunun ambarına kilitledi.

"Mukavemet etmeme" emri aldığı için direnmeyen Türk subayları, sivil elbise giyerek halkın arasında karışmış Yunan güvenlik kuvvetleri ve yerli Rumlar tarafından saldırıya uğradı. Tabancayla, süngüyle ve dipçik darbeleriyle 9 komutan şehit edildi. 27 subay kayboldu.

Esir alınarak Yunan gemilerine götürülen memurlara ve lise öğrencilerine Rum evlerinden taş ve kiremit parçaları atılıyordu. Esir alınarak, sokaklarda yürütülenler "Zito Venizelos" (Yaşa Venizelos) diye bağırtılıyordu.

Bunların arasında, Paris'teki Barış Konferansı'ndan "olumlu işaretler" aldığı propagandası yapan, gazeteleri yönlendiren ve işgal haberlerinin yalan olduğunu söyleyen İzmir valisi İzzet de vardı.

Her ne kadar, kendisini makamında esir alan Yunan askerlerine, "Ben valiyim. Bana dokunmayınız" dese de, daha önceki "teslimiyetçiliği" ve "demokratik çözüm" beklentisi de, o an için kendisini kurtaramamıştı.

Vali Konağının basılıp, esir alınmasına rağmen, "nevrotik Sindrellalığı" devam ediyordu. Aklında, "yaptığı hizmetlerin karşılığını alamamanın" karmaşası vardı.

Bana da bu yapılır mı?

Tıkılacağı Yunan gemisinin ambarına doğru götürülürken, hâlâ umutluydu. Yanındaki oğlunu sıkıştırıyordu:

"Seyfi oğlum, Zito bağır, Zito bağır!"

Mustafa Kemal'in daha sonra söyleyeceği, "Milletimin karakteri yüksektir" sözünün tersi bir örnek olan vali, gemiye yaklaşmışken, son anda yetişen bir Yunan memuru tarafından kurtarıldı. Bu kurtuluş, aslında tam bir zilletti!..

Türk tarihi açısından en utanç verici anlardan biri de, Kolordu komutanı Nadir Paşa'nın yaşadığıydı.

Kışla, Yunanlılar tarafından ateş altına alındığında, elinde beyaz bayrakla ilk çıkan Nadir Paşa oldu!...

Yunanlı bir teğmen kendisine yaklaştı, elinden beyaz bayrağı aldı ve herkesin önünde Paşaya peş peşe birkaç tokat attı. Nadir Paşa, karşılık veremedi, vermedi..

Ardından, en düşük rütbeli Yunan subayı olan teğmenden küfürler yedi. Gıkını çıkarmadı, çıkaramadı..

Süngü ve dipçik vurularak subayların üzerleri arandı; başlarından kalpakları alınarak yere atılıp çiğnendi; üzerlerindeki para, saat, yüzük, sigara tabakası ve mendil dahil ne varsa tüm eşyaları gasp edildi; en ağır küfür ve hakaretlerle dövüldüler.

O an, şanlı Türk tarihinin.. şanlı Türk ordusunun.. şerefiyle şehit olmasını bilen ama asla bu zilleti yaşamayan Türk ordusunun.. en fazla aşağılandığı "ilk an" idi!..

Türk askerinin şeref ve nâmusu ayaklar altına alınmıştı.17. Kolordu Komutanı Nadir Paşa'nın eline beyaz bayrağı verilerek, kalabalıklar önünde, esaret yürüyüşüne çıkarıldı. Paşanın başı öndeydi, etrafa bakamıyordu.

"Zito Venizelos" diye bağıranlar, bağırtılanlar arasında, boynu bükük yürüyordu. İstanbul Hükümeti'nin emrine uyarak, onurunu çiğnetse de, (Mustafa Kemal'in ifadesiyle) "zaferleri ve mâzisi, insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber, medeniyet nurları taşıyan kahraman Türk Ordusu'nun" 2128 yıllık "aydınlık onuru" iç baskı yaratıyordu.

"Milletimiz ordusundan yoksun bırakılma girişimi ile karşı karşıyadır. Orduyu imha etmek için subayını mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüze başladılar. Askerlik izzeti nefsini yok etmeye gayret ettiler. Millet, bağımsızlığımızın korunmasını ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların yüce vazifesi budur. Milletin bağımsızlığı ihlal edilirse, bunun vebali subaylara ait olacaktır! Subaylar, fedakârlar sınıfının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler; çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürür, onları aşağılar ve hor görürler.

(Mustafa Kemal, Afyonkarahisar Kolordu Karargâhı, 1920)

"PAŞA, PAŞA.. DEVLETİ KURTARABİLİRSİN!.."

MUSTAFA KEMAL, SAMSUN'A hareket etmeden önce, veda ziyaretlerinde bulundu. Yeni Genelkurmay Başkanı Cevdet Paşa, eski başkan Fevzi Paşa, bakanlar (nazırlar) ve Padişah Vahidettin ile görüştü.

Görüşmeler sürerken, Bandırma Vapuru'nda son hazırlıklar yapılıyordu. Mustafa Kemal görüşmeler öncesi Milli Savunma Bakanını (Harbiye Nazırını), İçişleri Bakanını (Dahiliye Nazırını) ve Başbakanı (Sadrazamı) aramış, hiçbirini makamında bulamamıştı. Hepsi "toplantıda"(!) olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal bunun üzerine, randevusuz biçimde Babıâli'ye gitti.

Şehrin durumu çok hüzün vericiydi. İşgal kuvvetlerinin donanmaları limanı "çelik ormanı" gibi sarmıştı. Köhne bir motorla Haydarpaşa'dan İstanbul'a geçerken bir süre dalgın ve nemli gözlerle, heybetli düşman zırhlılarını seyretmiş, sonra yaverine (Cevat Abbas Gürer'e) dönüp:

"G e l d i k l e r i g i b i g i d e c e k l e r d i r !" demişti:

"İstanbul sokakları, düşman askerleri ile dolu. Boğaziçi, toplarını sağa-sola çeviren düşman zırhlıları ile örtülü. Denizin mavi suları görünmüyor âdeta. Birçok duygulu İstanbullu, ancak ekmek ve yiyecek almak için evlerinden çıkıyorlar. Yolda hakarete uğramamak için ezilip, büzülerek yürüyorlar..

Koskoca İstanbul, yüzbinlerce insanı ile, sesi kısılmış bir halde..."Bu söz üzerine "derin elem ve ümitsizliğini derhal unutan" yaveri Cevat Abbas Gürer, "Size nasip olacak, siz bunları kovacaksınız Paşam" dedi.

Başbakanlık özel kaleminde beklemeye alınan Çanakkale Kahramanının geldiğini duyan diğer bakanlar da (nazırlar), salona üşüştüler.

Kötü haberi Mehmet Ali Bey verdi:

"Allah, Allah!.. Ne küstahlık? Duydunuz mu efendim, Yunanlılar İzmir'e çıkıyor!..

"Donanma Bakanı (Bahriye Nazırı) başını sallayarak, işgal haberini onayladı.Mustafa Kemal ise, onların şaşkınlıklarına katılmış göründü:

"Ya.. Bu da mı oldu?"

İçinden başka düşünceler geçiyordu. Bunların olacağını çok söyledim ama, kimseye anlatamadım!.

Daha sonra, yakınlarına bu durumu şöyle anlatacaktı:

"Nazırların telâşı karşısında ağlamak mı, gülmek mi lâzımdı? Kendimi tutuyordum. Fakat bu emrivaki karşısında ben, 'Allah, Allah' demekten başka bir şey düşünemeyen bu nazırlara ibretle bakıyordum. "Mustafa Kemal sakinliğini bozmamaya özen göstererek, "Ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye sordu.

"Protesto edeceğiz!"

"Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlılar'ın İzmir'den geri çekileceğine ya da İngilizler'in onları geri çekeceğine ihtimal veriyor musunuz?"

Çaresizlik içinde Mustafa Kemal'in yüzüne baktılar:

"Fakat başka ne yapabiliriz?.."

"Belki de daha kesin önlemler düşünülebilir."

"Meselâ ne gibi?"

Yunan işgalini şaşkınlık içinde heyete duyuran Mehmet Ali Bey, söze girdi. "Düşmanın merhametine" sığınmaktan yanaydı:

"Öyle hareketlere kalkarsak bize ne yaparlar, bilir misiniz?"

Samsun'a gitmeye hazırlanan Kemal Paşa dışında herkes perişanlık içindeydi, daha uzun konuşmanın kimseye yararı olmayacaktı. Ne Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin, ne de Mustafa Kemal'in düşünceleri değişmeyecekti.

Mustafa Kemal, son ziyaretini Padişah Vahidettin'e yaptı. Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Padişah'la adeta diz dize denecek kadar yakın oturdular.

Vahidettin'in sağında, dirseğini dayadığı bir masa ve üstünde de bir tarih kitabı vardı. Oturdukları yerden, başlarını hafifçe sağa çevirdiklerinde, Boğaz'da demirlemiş ve toplarını Yıldız Sarayı'na doğrultmuş, birbirine paralel düşman zırhlılarını görüyorlardı!..

Padişah, Mustafa Kemal'in hiç unutamayacağı şu sözlerle konuşmaya başladı:

"Paşa, Paşa.. Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin."

Vahidettin, masanın üzerindeki tarih kitabına elini basmıştı:

"Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. Tarihe geçmiştir.. Bunları unutun. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir."

Bir ümit kırıntısıyla tarihi sözünü söyledi:

"P a ş a, P a ş a .. D e v l e t i k u r t a r a b i l i r s i n !"

Mustafa Kemal hayretini gizleyemedi... Acaba Vahidettin benimle samimi mi konuşuyor?

Padişah'ın, Mustafa Kemal'in Şişli'deki evinde, ordu komutanları ve askerî yetkililerle yaptığı "gizli toplantılardan" ve niyetinden haberi mi vardı?.. Samsun'a çıktıktan sonra, işgâle karşı başlatacağı silahlı direnişi mi öğrenmişti?.. İşgalcileri iknâ etmek için her yolu deneyen Vahidettin, Mustafa Kemal'in deyimi ile "Yüzüncü derecedeki insanlarla" temastaydı.

"Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!" derken, artık padişahlığını kurtarmaktan vazgeçmiş, yaptıklarından pişman mı olmuştu?..

Aldatıldığını mı anlamıştı?..

Çünkü, Mustafa Kemal'in herkesin bildiği "resmî görevi", Samsun ve çevresindeki azınlıkların ve özellikle Rumlar'ın, İtilâf Devletleri temsilcilerine yaptığı şikâyetleri incelemek ve onları rahat ettirmek için gerekli önlemleri almaktı.

Yani, herkes Mustafa Kemal'e, "işgalcilere yardımcı olacak bir görev" verildiğini düşünüyordu. Müfettişlik görevinin özü buydu!..

Padişah, silahlı direnişe kesinlikle karşıydı..

Mustafa Kemal'in şaşkınlığı tedirginliğe dönüşmüştü. İki uç düşünce arasında bocalayan Mustafa Kemal, "bahislere girişmeyi tehlikeli buldu."

Daha sonraki gelişmeler Padişah'ın bu sözlerle neyi kastettiğini çok net biçimde gösterecekti. Mustafa Kemal, basit yanıtlar vererek, karârı sonraya bıraktı:

"Hakkımdaki teveccüh ve güvene arzı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz."

"Eminim."

"Merak buyurmayın efendimiz. Noktai nazarı şâhanenizi (yüksek görüşünüzü) anladım. İrade-i seniyeniz (ferman, padişah emri) olursa, hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım."

"Muvaffak ol!"

Padişah'ın huzurundan çıkan Mustafa Kemal, Vahidettin'in "noktai nazarı şâhanesinin" ne olduğunu çözmüştü. Daha sonra bir yakınına bunu şöyle anlatacaktı:

"Padişah demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanağımız, İstanbul'a hâkim olanların siyâsetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem ve bu siyâsete karşı gelen Türkler'i takip edersem, Padişahın arzularını yerine getirmiş olacaktım."

Adım adım işgal edilen Türkiye'nin hükümdârı, "devleti kurtarmak" olarak, "işgale direnmemeyi, işgalcilere hizmet etmeyi ve vatanı kurtarmak için silahlı direniş başlatacak Türkler'i engellemeyi" anlıyordu.

"Paşa, Paşa.. Devleti kurtarabilirsin" sözünün anlamı buydu.

Padişaha göre, Mustafa Kemal bunları yaparsa "muvaffak olacaktı!..

"YAKLAŞIK ALTI AY ÖNCE DE (22 Kasım 1918),

Vahidettin Mustafa Kemal'i bir Cuma namazından sonra görüşmeye davet etmişti. "Mustafa Kemal'in Sırdaşı", bu görüşmeyi daha sonra Paşa'dan dinledi. Kılıç Ali'ye göre, Mustafa Kemal bu görüşmeyi ve duygularını yakın silah arkadaşlarına-defalarca- şöyle anlattı:

Bu görüşme epey uzunca olmuştu. Ben, ülkenin içinde bulunduğu tehlike üzerinde onu aydınlatmak ve uyarmak için giriş yaparken; o benden çabuk davranarak dedi ki: 'Ordunun komutan ve subayları eminim ki seni çok severler. Bana güvence verir misin ki onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir?'

Ordu tarafından aleyhinde davranışlara dair işittikleri olup olmadığını sordum. Evet, ya da hayır demedi. Kendi sorusunu tekrarladı. Derhal cevap verdim:

'Ben İstanbul'a geleli birkaç gün oldu. Buradaki durumu yakından bilmiyorum. Ama ordu başında bulunan komutanların Zat-ı Şahanenizle karşı karşıya bulunması için bir sebep olabileceğini de sanmıyorum. Onun için temin ederim ki bir fenalık beklemeyiniz.'

Hemen ilave etti:

'Yalnız bugünden söz etmiyorum. Bugünden ve yarından?..

'Son cümlesi bende bir şüphe uyandırdı. Demek, yarın padişahın öyle bir hareket yapması ihtimali vardı ki, ordunun yurtsever komutan ve subayları bundan üzüntü duyabilirler. Padişah beni aldatarak benim aracılığımla onlardan emin olmak istiyordu.

Karşımdaki adam kararını çoktan vermiş bulunuyordu. Biz ise, bu kararın ne olduğunu anlamayan veya anlamak istemeyen kimselerle temasta kalmış, hiçbir karşı önlem almaya fırsat bulamamış durumdaydık.

Çok ümitsiz ve üzgün durumda Vahdettin'in salonundan çıktım. Üzülmekte haklıymışım. Bir iki gün sonra her sırrı öğrenmiştim. Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı.

ULUSAL (MİLLÎ) DİRENİŞ BAŞLIYOR.. İŞGALCİLER TANISIN diye, Türk Ordusu tarihinde ilk kez, paşalar dahil tüm Türk subaylarına yabancı dille yazılmış kimlik taşıma zorunluluğu getirildi.

Savunma Bakanlığı (Harbiye Nezareti), işgalcilerin isteklerine uyarak, Türk Ordusu'na bir emir yayınladı ve artık Türkçe'nin yanı sıra Fransızca yazılı askeri kimlik taşımalarını istedi. Bu kimliklerde, üst rütbeliler de dahil tüm Türk subaylarının fotoğrafları yanında, görevleri de yazacaktı. Böylece, işgal güçleri kimlik kontrolü yaparken, herkesi kolay tanıma olanağı bulacaktı. Buna da kimse sesini çıkarmadı...

REDD-İ İLHAK Milli Komitesi, İzmir'de organize ettiği büyük mitingin ardından, tüm yurtta halkı direnişe çağırıyordu. Tüm vilayet, sancak, kaza ve nahiyelere gönderilen telgraflar ile, bölgelerinde toplantılar düzenlenmesi, direniş ordusuna girmek için hazırlıklar yapılması istendi.

Büyük basındaki sansür nedeniyle İzmir'deki katliamdan habersiz olan Anadolu halkı, Redd-i İlhak örgütünün bu telgrafları ile gerçeği öğreniyor, işgale karşı mücadele azmini biliyor, vatanı kurtarmak için hükümetin yalanlarına, işbirliğine karşı bileniyordu.

Ulusal (millî) direniş başlıyordu. Hükümete, padişaha ve işgal notaları veren İngiliz Amiral Kaltrop'a protesto telgrafları yağıyordu. İlk telgraf Karaman'dan gelmiş, onu yüzlercesi izlemişti. Anadolu halkı Mütareke hükümlerine, uluslararası hukuka uymayan bu oldu-bitti işgale karşı, kanının son damlasına kadar savaşmaya ant içiyordu.

DİRENİŞ ÖNCESİ

 Antalya halkı adına gönderilen protesto telgrafında şöyle deniyordu:

"(..) Hakkını, genel Barış Konferansı'nın adaletinden bekleyerek savunamayan bir milletin, en son ümit ışığı karşısında zelillikle, sabır ve sükun ile uymasına imkan kalmamıştır. Haklarımızı çiğneyenlere karşı Hükümetimizin görüşünü sabırsızlıkla bekliyoruz. (...) Vatanın korunması için fiili gösterilere ve fedâkar hareketlere hazırız. Milletin namusu ya varlığını silerek, tarih sayfalarına geçmek ya da yaşamak hakkı olduğunu ispat etmek ister."

Yalvaç Müftüsü öncülüğündeki insanlar ise, hâlâ İstanbul Hükümeti'nin satılmışlığına inanamıyor, gâyet safça ferman bekliyordu:

"Biz daha ölmedik. Büyük Hakanımızın, şanlı tarihimizin son kurbanı olacağız. Gayret borcumuz, ya İzmir ya ölümdür. Vatan için ölmeye âmadeyiz. Ferman cevabı bekliyoruz."

Halk direnmeye hazırdı, ancak hükümette direnecek siyâsi irade yoktu!..

Hükümetin iradesi teslim olmak, işgalci olarak görmediği, paranoya olarak nitelediği işgal karşısında, talimatlara uymak, ordu komutanlarını (Mustafa Kemal'i de) işgal kumandanlarının isteklerine uygun görevlendirmekti.

Garbın (Batı'nın) âfakını sarmışsa çelik zırhlı duvar, Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var! Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar, Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar? Mehmet Akif Ersoy

TÜRKLER'İ ANADOLU'DAN ATMAK!..

1918 Kasım'ında İzzet Paşa Hükümeti'nin istifa ederek, Tevfik Paşa'nın hükümete gelmesi Rum gazetelerini sevince boğmuştu. 12 Kasım'da ise, 61 gemiden oluşan İtilâf filolarının Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'a geldiği duyulunca, Rum cemaati büyük hazırlıklara girişmişti. Rum gazeteleri de, artık Türkçe kullanmayı bırakarak tamamen Rumca yayınlanmaya başlamıştı. Türk Parlamentosu'nda 10 Rum milletvekili bir teklif vererek, son beş yıl içinde Türkiye'den 250 bin Rum'un sınır dışı edildiğini ileri sürerek, bunların Türkiye'ye yeniden yerleştirilmesini istemişlerdi.

"Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanlarla, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır."

Mümtehine Sûresi (9. ayet) 1071'DEN BU YANA süregelen "Türkler'i Anadolu'dan atmak" düşüncesi hiçbir zaman unutulmuyordu. Rum gazeteleri artık azıtmış, gemi azıya almış ve dizginlenemiyordu: "Türkler geldikleri yerlere artık dönmelidir.."

Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan Mondros Anlaşması'ndan cesaret alan Rumlar, azmamak için ancak bir ay bekleyebilmiş ve sonunda patlamıştı. (Bu savaşta 600.000 Türk şehit olmuş, 1912 ve 1922'yi kapsayan 10 yıl içinde ise 1.200.000. Türk yerinden yurdundan edilmiş, göç etmek zorunda kalmıştı!..) 2 Aralık'ta (1918) ise Yenigün Gazetesi, Rumlar'a cevap veriyordu:

"Buradayız ve kalıyoruz!.. "Yunanistan "30 asrın", yani "3 bin yılın" hesabını soruyordu. Antik Yunan medeniyetlerine kadar giderek, Anadolu toprakları üzerinde hak sahibi olduğunu savunuyordu. Aslında tüm dünya bu düşünceyi destekliyordu. Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra "İstanbul ve Boğazlar Sorunu"na çözüm ararlarken "Türkler'in Asya'ya sürülmesi" düşüncesi, akıllarına gelen ilk ihtimaldi.

Aynı görüşler, Yunan İşgal Kuvvetleri Komutanı Albay Zafiryo'nun "işgal bildirisinde" de yer aldı:

"Müttefiklerin onayı ile hareket eden Yunan Hükümeti'nden aldığım emir gereğince, İzmir ve civarının işgaline başlıyorum. İşgalden maksat, mevcut yasaların iyi niyetle muhafazası ve himayesi yoluyla, bütün toplumun refahını güvenlik altına almaktır.

Bununla birlikte, 3 bin yıldan beri Yunanistan'a, çeşitli sebeplerden dolayı bağlı bulunan şu topraklar hakkında, devletlerin görüşerek bir karara varmasını bekleriz. Bu karardan önce, herhangi bir iddia ve icraatımız olmayacaktır.

Eskisi gibi görevlerini sürdürecek olan sivil devlet daireleri memurları ile din adamları, bu görevlerini yaparken, kolaylık ve asâyişi sağlamak bakımından, her an için, Yunan askeri kuvvetlerinin yardımını isteyebilirler! (...) "Daha sonra İzmir'e çıkacak olan Konstantin ise, Yunan Ordusu'na "İzmir, 2 bin senedir sizi bekliyor!" diyecekti. Tıpkı, Ermeni soykırım safsatalarındaki rakamların rast gele sallanmasında olduğu gibi, Yunanlılar da "kaç yıldır" ülkemizde gözü olduklarına karar veremiyorlardı!..

"Yunanlılar, hurafeleri zengin bir tarih yapmıştı!."

Mondros Mütarekesi görüşmelerinin yapıldığı Agamemnon zırhlısı..

"HEKTOR'UN ÖCÜNÜ ALDIM!.."

Yaptığı hiçbir şey "tesadüf olmayan" Mustafa Kemal ise, yıllar sonra, "Anadolu'nun sahipliği" konusunda bu safsatalara göndermede bulunacak ve "Türkler'in Anadolu'da 7 bin yıldır var olduğunu" söyleyecekti.

Tıpkı, Yunanlılar'ın "Ege" dediği denize "Akdeniz" diyerek onların tezlerini reddettiği gibi ("Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!..") Tıpkı, Alparslan'ın Malazgirt Savaşı'nı kazandığı "26 Ağustos'u", Anadolu'nun yeniden Türkleşmesinin başlangıcı olan Büyük Taarruz'un başlangıç günü olarak seçmesi gibi. Tıpkı, Çanakkale zaferi ve Kurtuluş Savaşı'ndan  sonra, "Hektor'un öcünü aldım" demesi gibi..

"Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir seçkin varlığın yüksek belirlemesine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin yıllık, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik, doğanın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, doğanın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları doğanın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir."

(Atatürk'ün el yazısı)MUSTAFA KEMAL:

"MUVAFFAK OLAMAZSAM ÖLMÜŞ OLURUM"DOKUZUNCU ORDU Müfettişliği'ne atanmayı başaran Mustafa Kemal Paşa, Akaretler'deki evinde annesine vedaya gitti. Sevgili annesinin elini öptü, kız kardeşi Makbule'nin hatırını sordu ve yer sofrasına bağdaş kurup oturdu.

Ertesi gün Samsun'a hareket edeceğini annesine nasıl söyleyecekti?.. Bu heyecanla yediği yemekten zevk almıyor, annesini üzmemeyi düşünüyordu. Birdenbire söze başladı:

"Anne, ben yarın Anadolu'ya gidiyorum. Buraların hâli malûm değil. Selânik nasıl elden gittiyse, buralar da öyle olabilir. Ben, kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. Bana hakkını helâl et!.. Sen de bunları iyi dinle Makbuş (=Makbule). İşler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarfedersiniz, paranız biterse halılarınızı, kıymetli eşyalarınızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet, ben de ölmüş olurum."

Bu sözler annesi ve kız kardeşi için "beklenmedik bir darbe" idi. Gerisini kız kardeşi Makbule (Atadan) anlatıyor:

"Onun sözlerini anne kız bir bardak zehir gibi yutmuştuk. Benim boğazım kurumuş, ciğerlerim sanki birbirine kenetlenmişti. Annem çok sevdiği  Mustafa'sının bu sözlerinden derin bir teessüre (=üzüntüye) düşmüş ve hemen şiddetli bir kalp krizi ile sarsılmaya başlamıştı. Bu şiddetli kriz, bize her şeyi unutturdu.

Zavallı anacağıma nefes aldırmak için pencereleri açtık, kucağımızda onu sofaya çıkardık. Atatürk heyecan içinde söylediği sözlerin tesirini izale etmek (=gidermek) istermiş gibi annemi:- Anne merak etme, bu kadar üzülme... Ben size en kötü ihtimali anlattım, muvaffak olmam ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım. Üzülme... diye teselli etmeye çalışıyordu.

Doktor Rasim Ferit (Talay) vaktinde yetişmemiş olsaydı, o akşam annem ölebilirdi. Sabaha kadar onunla uğraştık, şafak sökerken biraz rahatlar gibi oldu ve o zaman da ayrılık vakti geldi."

Sabahleyin, annesinin doktor denetiminde kendisine geldiğini gören Mustafa Kemal, tekrar anneciğinin elini öptü ve İngilizler'in kontrolündeki Galata rıhtımına geldi; kendisini bekleyen Bandırma Vapuru'na binerek kıyıdan açıkta beklemeye başladı. Samsun'a hareket etmeden 28 gün önce, İstanbul'da bu fotoğrafı çektiren Mustafa Kemal, "Kardeşim Rauf Bey'e" sözleriyle, 17 Nisan 1919'da Rauf Orbay'a armağan etti.

M. Kemal'in İstanbul'daki kiralık evi. 38 Yaşında iken, Samsun'a gitmek üzere bu evden son kez çıktı.

Samsun'a giderken Bandırma Vapuru aranan MUSTAFA KEMAL: "BİZ, İDEALİ VE İMANI GÖTÜRÜYORUZ"

Paşaya eşlik edecek 18 kişilik "müfettişlik kadrosu" rıhtımdan sandallarla hareket ederek açıkta bekleyen vapura çıktı. Rıhtımda hiçbir tören yapılmaması planlanmıştı. Öyle de oldu.

Bandırma Vapuru Kız kulesi önüne geldiğinde İngilizler tarafından durduruldu ve bir binbaşı eşliğindeki işgalciler tarafından tepeden tırnağa arandı. İtilaf Devletleri'nin emirlerine göre hareket eden İngiliz Binbaşının kontrolleri, uzun bir töreni aratmamıştı..

Daha önce de, gemisinin Karadeniz'de batırılacağı istihbaratını alan Mustafa Kemal kuşkuya kapıldı. "Acaba bunlarla şehirdekiler arasında bir haberleşme mi vardı? Maksat kendisini tutuklamak ise, bütün bunlara gerek yoktu."

Sıkılıyordu. "Bir kararsızlık da olabilir" diye düşündü. Kaptana hızlanmasını söyledi. Kaptan (İsmail Hakkı Durusu) demir aldırmaya başladı.

Vapur, düşman zırhlıları arasında ilerlemeye başlayınca Mustafa Kemal güvertede arkadaşlarına döndü ve "Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silâh kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu'ya ne silâh, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz!" dedi.

Bir başka deyişle, Mustafa Kemal'in söylediği, "Ne kadar ahmaklık! Esliha (=silahlar) ile mühimmat (=cephâne) arıyorlar. Biz ise, kafamızla imanımızı götürürüz" sözü çekici olduğu kadar, inandırıcıydı da...Bandırma Vapuru'ndaki genç subaylardan Kurmay Binbaşı Hüsrev'e (Gerede) göre ise Mustafa Kemal, "Budala herifler bizim silah-cephâne değil, kafa götürdüğümüzü bilmiyorlar mı?" dedi.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Samsun'a götürecek Bandırma'yı Karadeniz'de şiddetli bir fırtına bekliyordu.. 27 yıllık kaptan "Ne aksi, bu denizi pek iyi tanımam. Pusulamız da biraz bozuk" diyordu. Mustafa Kemal kaptan yerinde idi. Subaylar ve askerler dışarı çıktılar, gemi hareket etti. Millî direnişin lideri, geminin kaptanına tehlikeleri anlattı ve emir verdi:

"Düşman devletlerinin herhangi bir aracının zararlı girişimine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Eğer kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!"

Bandırma Vapuru'nun iki görüntüsü: İstanbul Limanı'nda ve denizde. Ufukta düşman gemisi görüldüğü zaman, Bandırma gemisi karaya oturtulacak ve Mustafa Kemal ile arkadaşları Anadolu'ya çıkacaktı. Anadolu toprağına ayakbastılar mı, artık ebedî esenliğe kavuşmuş olacaklardı.

Gemide 3.Kolordu Komutanı Albay Refet (General Refet Bele) de vardı. Kafileye son dakikada katılmıştı. İstanbul'dan çıkış vizesi yoktu. Atlarını yükleme bahanesiyle Bandırma'ya girmişti. Gemide rütbe işaretlerini çıkarmış, atlarının yanına gizlenmişti. Gemi Boğaz'dan çıkıncaya kadar bu durumda kalacaktı.

19 Mayıs: Yeni Bir Ergenekon..

MUSTAFA KEMAL SAMSUN'DA, 80 BİN KİŞİ MİTİNGTE...

İSTANBUL'DA 80 bin kişinin büyük bir protesto mitingi yaptığı saatlerde Mustafa Kemal Samsun'a çıktı. "Son yüzyıl Türkler'i için yeni bir Ergenekon'un kapısı açılıyor ve yeni bir devrin tarihi başlıyordu.

"Dokuzuncu Ordu Kıt'aları Müfettişi Paşa'nın görevi, hem askerî hem de mülkî idi. Görevleri arasında bölgede asayişin sağlanması ve dağınık silah ve cephanenin belirlenen depolarda emniyet altına alınması da vardı. General Kâzım Karabekir komutanlığındaki 15. Kolordu'ya bağlı 4 tümen ile 3.Kolordu'ya bağlı 2 tümen Mustafa Kemal'in emrine verildi.

AYNI SAATLERDE İstanbul Fatih Camii'nin önünde 80 bini aşkın insan İzmir'in işgalini protesto için toplandı. Konuşmaların yapıldığı kürsüye, siyah zemin üzerine beyaz ay-yıldızlı bayrak asılmıştı. Delikanlılar kollarına siyah protesto kurdelaları bağlamış, genç kızlar ise üzerinde "İzmir kalbimizdir" yazılı siyah rozetler takmışlardı.

Bugüne kadar alışılmadık biçimde ilk kez kadınlar da, erkeklerle birlikte aynı meydanda toplanmıştı.

Kürsüye önce Halide Edip geldi:

"Müslümanlar! Türkler!..

Türk ve Müslüman bugün en karanlık gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece. Fakat insanın hayatında, sabahı olmayan gece yoktur. Yarın, bu korkunç geceyi yırtıp müşa'şa (=parıltılı, pırıl pırıl ) bir sabah yaratacağız.

Bugün memleketimiz taksim (=bölünme) tehlikesi karşısında. Adım adım, adeden kendi durumumuzdaki milletleri başımıza efendi yapmak istiyorlar. Bugün İzmir, yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra Müslüman dünyasının başı olan Türk susturulmuş olacaktır... Buna karşı ne silahımız var? Kurşun, top, bomba. Bir top bebeklerimizi öldürebilir. Bizim bundan da kavi silahlarımız var. Topun yüzüne tüküren milletlerin ruhu bizde de var. Sesimizi mutlaka dünya işitecektir. İşitmek ve işittirmek için bugün kuvvetli ve metin bir millet halinde bulunmalıyız. Bugün Türkler arasında millî dâvâları halledinceye kadar, nasıl kurunu-vusta'da (=Ortaçağ'da) haftada üç gün Allah mütarekesi yapılırsa, öyle Allah mütarekesi akdedilmelidir."

Halide Edip Sultanahmet Mitingi'nde konuşurken.(Kürsüde, "Wilson Prensipleri, 12. Madde" yazıyor.)Henüz Mustafa Kemal'e ümit bağlamamış olan Halide Edip, padişahtan "babalık yapmasını" istiyor:

"Biz padişahımızdan bize babalık etmesini rica ederiz. Biz erkeklerimizle beraber milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil edecek bir kabine isteriz. Padişahımıza halkın hissiyatını tebliğ eder ve deriz ki: İşte kara bir gün yaşıyoruz. Bugün herkes susmuştur. Bugün Türk ve Müslüman, padişahın etrafında toplanmıştır!.."

Kurtuluş için padişahın etrafında toplanmayı düşünebilen Halide Edip, tarihe geçen konuşmasında, özellikle kadınları direnişe teşvik ediyordu:

"Hanımlar, efendiler! Bunun 5 bini kadar bir miting de yapmış olsak, bir semeresini göremeyiz. Fakat yarın var, çocuklarımız var. Buradaki Türk, Müslüman âleminin kalbidir. Siz düştüğünüz zaman, bir çok şeyler düşecektir. Kadınlar silahsız ve zayıf, fakat kalbi gayet metindir. Bütün Alem-i İslâm hep kardeşimizdir. Bundan dönen Türk kadını değildir. Yaşasın milletimiz!.."

Hüseyin Ragıp Bey heyecanla konuşma sırasını beklerken, ondan önce kürsüye gelen Hukuk Fakültesi hocası Salâhattin Bey, "Dün Darülfünun'da, bugün de burada hakkını isteyen bu millet ortadan kaldırılamaz" derken; binlerce kişi "Kalkmayacak" diye tezahürat yapıyordu.

Hüseyin Ragıp Bey, artık heyecanını yenemiyordu. Kendisine çeki düzen vermeden, kürsüye fırladı. Meydandaki 80 bini aşkın kişi de yerinde duramıyordu o konuşurken:

"... Vatandaşlar! Bizimle beraber yaşamak istemeyenler için kapılarımız açıktır. Geldikleri yere gidebilirler. Fakat biz, kendi yurdumuzda, hiçbir milletin bize hâkim, bize efendi olarak yaşamasına tahammül edemeyiz. Dağdan gelip bağdakini kovmak isteyenlerin hakkı, kötek ve satır olacaktır. Vatandaşlar!

İzmir Yunan'a ilhak edilemez ve hiçbir zaman ilhak edilmeyecektir. Bu uğurda gençler kan dökecekler, kadınlar İzmir matemini beşiklere ninni diye çağıracaklardır. Vatandaşlar! İzmir Yunan'a ilhak edilemez!..

"U l u s u y a n ı y o r d u !

Kadınların millî duygusunu dile getiren Meliha Hanım, mitingin son konuşmasını yaparken, ulusun uyanışı ve devletin büyüklüğünü çarpıcı sözlerle ifade etti:

"Bu koca devlet yıkılırken öyle bir tarraka (=gümbürtü) ile devrilmeli, öyle bir çatırtı ile devrilmelidir ki, o metin ve rasin (=sağlam, dayanıklı) binanın çatırtısı cihanı sarsmalı, bütün insaniyeti titretmelidir.

Bu enkaz altında yalnız bu milletin erkekleri değil, kadınları da ezilecektir. Hem onların nazik ve hassas vücutları, bu müthiş felâket altında daha çok müteessir olacaktır. Hiç şüphesiz ki, bütün bu felâketlerden sonra, sevgili İzmir'imizin uğrunda mukaddes ve kıymettar vatanımıza fedâ olarak ölmek ulvî bir şeydir. "

Mitingi izleyen İstanbul Polis Müdürü ve yanındaki İşgal Kuvvetleri Komiseri Fransız Binbaşı. Miting sonunda padişaha sunulmak üzere bir çağrı metni kabul edildi. Halk, ülke üzerine çöken karanlık bulutun dağılmasını istiyor, ama bunu kimin gerçekleştireceğini henüz bilmiyordu. O yüzden şimdilik tek adres gibi gözüken padişaha çağrıda bulunuyordu. Ulus işgale karşı uyanmış ama henüz padişahın yaptıklarına karşı uyanmamıştı. Bu karanlık bulutu dağıtacak kişi ise, çalışmalarına Samsun'da başlamıştı!..

1919'da"ÜLKENİN GENEL DURUMU VE GÖRÜNÜŞÜ!..

Mustafa Kemal Samsun'a çıktığında "ülkenin genel durumu ve görünüşü" şöyleydi. Mustafa Kemal anlatıyor:

"1919 yılı Mayıs'ının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:

Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu grup, 1.Dünya Savaşı'nda yenilmiş, Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş'ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. (...) Saltanat ve hilâfet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve bir de tahtını koruyabileceğini hayal ettiği alçakça tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa başkanlığındaki h ü k û m e t â c i z, h a y s i y e t s i z v e k o r k a k. Yalnız padişahın iradesine boyun eğmekte ve onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razı.

Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmakta... İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya'da İtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. H e r t a r a f t a y a b a n c ı s u b a y v e m e m u r l a r i l e ö z e l a j a n l a r f a a l i y e t t e.

Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da, İtilâf Devletleri'nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir'e çıkartılıyor.

Bundan başka, memleketin her tarafında Hıristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlar.

Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgelerle iyice anlaşılmıştır ki, İstanbul Rum Patrikhanesi'nde kurulan Mavri Mira Hey'eti illerde çeteler kurmak ve idare etmek, gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla meşgul. (...)

"MUSTAFA KEMAL: "HÜKÜMET, YABANCILARIN ELİNDE ESİRDİR"

Bazı Türk paşaları İngilizler tarafından Malta'ya sürgün edilir ve Türk hükümeti seyrederken, Mustafa Kemal Paşa seyretmiyordu. Erzurum'daki 15.Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir Paşa'ya şifreli bir telgraf göndererek, "Türk Hükümeti'nin yabancıların oyuncağı" olduğunu vurguluyor ve şunları söylüyordu:

"İtilâf Devletleri'nin millî istiklâlimizi ve devletimizi idama mahkûm etmekte oldukları anlaşılmıştır. İstanbul'daki Türk Hükümeti de, yabancı kuvvetlerin elinde esir bulunmakta ve İstanbul şehri de kuvvetle işgal altındadır."

9.Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, Türk Hükümeti için "âdeta, kuşatılmış bir kale içinde mahsur kalmıştır" diyordu.

"ANADOLU'DA GİZLİ TEŞKİLAT KURULSUN!.."

Mustafa Kemal telgrafında, ulusal mücadele için "gizli direniş örgütü" kurulmasını istiyordu:

"Anadolu'daki devlet memurlarının itimat edilecek şahıslarla işbirliği hâlinde gizli olarak teşkilatlanmaları gerekmektedir. İstiklâlimizi temin için bu şekilde yapılacak çalışmalarda ve mücadelede esas ödev  askerlere düşmektedir.

Milletin esaretten kurtarılması, hâkim ve müstakil olarak topraklarımızda yaşayabilmesi, ancak azimkâr ve namuslu ellerin milleti kısa ve doğru yoldan müdafaa-i hukuk ve istikbâle sevkiyle kâbil olacaktır. Rumlar'ın sahillere yanaşmaları ihtimaline karşı köyler silahlandırılmalı, bu gibi sarkmaların yurdun içine doğru yayılması karşısında ateşle mukabele edilmeli ve sahillerdeki depolarda bulunan silâhlar gizlice içlere doğru kaçırılmalıdır.."

Damat Ferit Hükümeti ise, aynı anlarda, Yunan Ordusu ile savaşılmamasını, düşmanın yurdun içinde ilerlemesi durumunda Türk askerinin o kadar geri çekilmesini(kaçmasını!) emrediyordu!..

İşgal askerleri yurdun içlerine doğru ilerledikçe, Anadolu'daki yurtsever direnişçiler, İçişleri Bakanlığı'na başvurarak "nasıl davranacaklarını" soruyor, direniş emri bekliyordu. Oysa, "direniş" için emir bekledikleri kişi Rum'du. İçişleri Bakanlığı'nda Anadolu'daki kaymakamların muhatabı bakanlık müsteşarı idi ve işgal altındaki ülkenin bakanlık müsteşarı ise Rum'du. "İşgale direnmeyin" emri veren İçişleri Bakanı Ali Kemal'in müsteşarı da, işgalcilerin destekçisi bir Osmanlı Rum'u idi. Hükümet, her fırsatta işgalciler lehine gösteri yapan "içimizdeki Rumlar'ı" zaten açıkça destekliyordu.

"ARTIK KALEM DEĞİL, SİLAH KONUŞACAKTIR!..

"İzmir'in işgaline tepkiler Ödemiş'te de yoğunlaşıyordu. Sıranın kendilerine de geleceğini çok iyi bilen ve gören Ödemişliler, "Yiğit Ordusu" adıyla Kuvayi Milliye etrafında örgütlendiler. İzmir'in işgalinden çok geçmeden 14 gün sonra, 29 Mayıs'ta, Ödemiş de kuşatıldı.

Kaymakam Bekir Sami (Baran) Bey'in odasında toplanan Kuvayi Milliyeciler, İzmir ve İstanbul'daki işgal kuvvetleri temsilcilerine gönderilmek üzere bir bildiri hazırladılar. Bildiride, "Adalet ve özgürlük vaadiyle işgalin başlaması" protesto ediliyor ve "Artık kalem değil, silah konuşacaktır" deniyordu:

"Sizinle yaptığımız ateşkes antlaşması, bizim ve sizin namusunuz değil miydi? Biz buna uyduk. Siz uymadınız. Güzel İzmir'i Yunan'ın pis ayağıyla çiğnettiniz. Silah ve cephanemizi onlara verdiniz. Her türlü kontrolün dışında olan haberleşmeye sansür koydunuz. Türk'ün feryadına kulak tıkadınız. Oysa, Hıristiyanlar'ın malları Türk namusuna emanettir. Şuna emin olunuz ki, Hıristiyanlar'a dün de, bugün de kötü işlem yapılmadı, bundan sonra da yapılmayacaktır.

Anlamadığınız gerçekler bugün meydana çıktı. Türklük ve İslâm âlemi uygar görevini göstermeye başladı. Yunan işgal kuvvetleri İzmir'den çekilmediği takdirde dökülecek kanın sorumluluğu sizin ve temsil ettiğiniz milletlerin olacaktır. 20.Asrın insanlık toplumunu yaşatmak, sizin vereceğiniz son karara bağlıdır. Silah patlarsa göreceğiniz netice, pek acı ve pek elim olacaktır.

Artık bilin ki; kalem  değil silah ötecektir."1 Haziran 1919'da işgal edilen Ödemiş'te Hükümet Konağı önü. Yunan işgal kuvvetleri, Rum papaz ve yerli görevliler.

M. KEMAL: "BAĞIMSIZ BİR 'TÜRK DEVLETİ' KURMALIYIZ"

Halkın deyimiyle İstanbul'daki "ırzı kırık namert hükümet", işgalcilerin tüm tecavüz ve emirlerine "miskince boğun eğerken", Mustafa Kemal Erzurum'da toplantılarına devam ediyordu.

"Her türlü zillete katlanan hükümet"e rağmen Mustafa Kemal, ülkenin karşılaştığı tehlikeleri halka daha iyi anlatma çabalarından vazgeçmiyordu.4 Temmuz'da, Erzurum kalesi muhafızlığına ait küçük bir binada geceleyin düzenlediği toplantıda, "tek bir tepe ve tek bir kurşun kalıncaya kadar savaşacağımızı" söyledi:

"Milli mücadeleyi milletin büyük çoğunluğuna dayanarak hızlandırmak ve organize etmek zorundayız.

Hükümet, düşmanların her türlü tecavüz ve emirlerine miskince boyun eğmekte, her türlü zilletine katlanmaktadır. Padişah ise, unvanı mahfuz ve baki kalmak koşuluyla her şeye razı bulunuyor.

Arkadaşlar! Tek önlem, Hâkimiyet-i Milliye'ye dayalı kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk Devleti kurmak ve bu hedefe mutlaka ulaşmaktır. Hedefimiz bu olacaktır. Kolay şey değil. Büyük direnişlerle, ihânet ve hıyanetlerle karşılaşacağımız kesindir. Mücadele-i Milliye'ye atılanların yok olması için saray, hükümet ve ecnebiler muhakkak ki, ilk andan itibaren harekete geçeceklerdir."

"Ülkeyi satma" sözleşmesi...

"TÜRKİYE, 15 YIL İNGİLTERE'NİN SÖMÜRGESİ OLSUN!"

Padişah Vahidettin'in eniştesi olan Başbakan Ferit, istifa etti!..

Paris konferansındaki başarısız temaslarının ardından İstanbul'a dönen Damat Ferit, güven tazelemek için Vahidettin'e istifa dilekçesini sunarak, yeni bir hükümet ile yoluna devam etmek istedi.

"Bakanlar arasında uyum olmadığını" ileri süren Damat Ferit, yine Vahidettin tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi.

Bu arada, kayınbirader-enişte ikilisinin üç ay kadar önce İngiltere'ye dehşetengiz bir teklifte bulunduğu ortaya çıktı:

"Türkiye, 15 yıllığına İngiltere'nin sömürgesi olsun!.."

HALKTAN SAKLANAN GİZLİ ANLAŞMANIN ilk görüşmesinin 30 Mart 1919'da yapıldığı belirlendi. 4 Mart'ta padişahın başbakanlığa getirdiği Damat Ferit, ay sonunda, İstanbul'da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Kaltorp'a (Galthorpe'a) giderek, Vahidettin'in hazırladığı anlaşmanın (muahedenin) taslağını sundu.

Halktan gizlenen bu anlaşma metninde şu korkunç istekler yer aldı:1- (...) İngiltere 15 yıl boyunca, Türkiye'nin yabancılara karşı bağımsızlığını korumak ve iç güvenliğini sağlamak için gerekli bulduğu yerleri işgal edecektir. (Bu, artık bu yüzyılda "örtülü işgal" ile yapılıyor. "Paralel yönetim" yöntemi ile yapılıyor. AB gibi "Birlikler" ve IMF gibi "uluslararası ekonomi anlaşmaları" ile gerçekleştiriliyor. -HC) 2-Ermenistan, diğer büyük devletlerle anlaşacak olan İngiltere'nin isteğine göre bağımsız bir cumhuriyet olacaktır.

3-Boğazlardaki (Karadeniz ve Çanakkale'dekiler de dahil olmak üzere) bütün tahkimat yıkılacak ve buraları İngilizler tarafından işgal edilecektir.

4-İngiltere bir "dostluk işareti" olarak, padişah tarafından Osmanlı Bakanlarına İngiliz Müsteşarlar (yani onları idare edecek bakan yardımcıları -HC) tâyin edilmesine -lütfen- onay verecektir!. (Yani, "lütfen bizi denetleyin" mantığı. Ya da, bugün AB'nin dayatmaları karşısında söylenen "onlar istediği için değil, biz istediğimiz için yapıyoruz" mantığı!.. -HC)

5-Her vilâyete atanacak İngiliz Konsolosları 15 yıl boyunca Türk valilere "danışman"(!) olacaklardır. (Onlar da valileri yönetecekler!.. Günümüzde, devlet kurumlarına yerleşmiş yabancı danışmanlar ne yapıyor acaba? -HC)

6-Parlamento seçimleri ile yerel seçimler İngiliz Konsoloslarının gözetimi altında yapılacaktır. (İstenmeyen sonuç çıkma olasılığı görünürse -KKTC'de Annan Referandumu ve Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde olduğu gibi- seçim sonuçlarına müdahale edebilirsiniz, demek. -HC)

7-İngiltere ister başkentte, ister taşrada "mâli denetim birimi" kurma hakkına sahip olacaktır. (Düyun-u Umumiye İdaresi, IMF denetçisi gibi çalışabilirsiniz. Ekonomimizin denetimini tümüyle elinize alabilirsiniz, demek. -HC)

8-Anayasa, Doğu milletvekillerinin yetenek ve siyasi kabiliyetlerine göre sadeleştirilecektir. (Yani, Ermenistan gibi Kürdistan kurmanın yolu da Anayasa'da açılacaktır. -HC)

Bu "satılık düşünceler" bile işgalcilerin gözüne girmeye yetmedi. Yazılı "teslimiyet belgesini" alan İngiliz Amiral, vatanını satan başbakanı aşağıladı, teklifi kabul etmedi. Satılmışlığın bile düzeyi vardı!:

"Müttefiklerimizden ayrı bir anlaşma yapamayız.(...) Bu bakımdan teklifin bir kısmı ile bütün taraflar için bahsedilen faydaları takdir etmekle beraber, diğer taraftan pek fazla mahzurları olması muvacehesinde (=çerçevesinde) teklifinizi geri alın."

Bu teklif, diğer işgalci devletleri bile kıskandıracak bir teklifti!. Yıllar sonra (1925'te) bu dönemi araştıran Şikago Tribün (Chicago Tribune) Gazetesi'nin İstanbul muhabiri, "Damat Ferit'in Bir İhanet Belgesi" başlığı altında, "Bu anlaşma ile Damat Ferit, Osmanlı İmparatorluğu'nu İngiltere'ye satmıştır" diye yazacaktı...

Bu belge, İngiliz resmî belgeleri arasında 1952'de çıkıncaya kadar Türkiye ve dünyada duyulmamıştı. Kuvayi Milliye zamanında duyulsaydı, Vahidettin ve Damat Ferit'e karşı çok güçlü bir propaganda silâhı olurdu.

Genç Tıbbiyeli'den Mustafa Kemal'e:

"MANDA'YI KABUL EDERSENİZ, SİZİ DE REDDEDER, VATAN BATIRICISI İLAN EDERİZ!.."

SİVAS KONGRESİ'NİN ilk üç gününde ana konulara girilemedi. Kongre üyeleri zamanlarının büyük bölümünü, o güne kadar kafalarında biriktirdikleri soruların yanıtını aramakla "güven oluşturmaya" yönelik tartışmalarla geçirdiler. Özellikle, "toplantı İttihatçıların toplantısı mıydı, değil miydi?" sorusu ve bu konuda "yeminler edilmesi" tartışması ön plandaydı.

Daha sonra, Türkiye'yi işgalden kurtarmak için kurulan derneklerin birleştirilmesine karar verildi.

"Manda" (himaye) konusu da kongrenin çok ayrıntılı biçimde üzerinde durduğu ana konulardan biri oldu.

ANADOLU'DA BİR "MİLLİ HÜKÜMET" kurulmasına değinen Mustafa Kemal, mandacılığın kabul edilemeyeceğini vurguladı durdu. Milli hükümet kurulmasını isteyenlere (Mazhar Müfit, Hüsrev Sami Bey, Denizli ve Afyon delegeleri) destek veriyor ve buna karşı çıkacak Padişah ve Damad Ferit için "İsterlerse buna isyan adını versinler" diyor ama tedbirli davranıyordu:

"Bunun için galeyana gerek yok. Bir işi zamansız yapmak, o işi sonuçsuz bırakmak olur. Düşüncelerinize karşı değilim. Sadece zamansız olduğu kanaatindeyim.. Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır."

İstanbul delegeleri ısrarla, Amerikan mandasına girilmesini istiyordu. Anadolu delegeleri ise kesinlikle buna karşıydı. Manda taraftarı "milliciler"(ulusalcılar), "mandanın, bağımsızlığın terk edilmesi anlamına gelmediğine" inanıyordu. Hatta, İstanbul delegelerinden İsmail Hami, "Manda kelimesine takılmayın. Bu kelimenin önemi yok. Önemli olan işin içeriğidir. 'Manda altına girdik' demeyelim de, isterlerse 'Sonsuz yaşayacak devlet olduk' diyelim" diyordu!..

Amerikan sömürgesi olmak isteyenler Mustafa Kemal'e şu sözlerle de baskı yapıyordu:

"Çabuk, Amerikan himayesini isteyin. Bir dakika kaybedecek vakit yok. İstanbul'da filân Amerikalı veya Amerikan heyeti cevap bekliyor. Yoksa fırsat kaçacak. Biz kendimizi idare edemeyiz. Borçlarımızı ödeyemeyiz. Bizden bunlar geçmiştir. Çabuk, çabuk; aman yabancı devlet himayesi..."

"Tam bağımsızlık" isteyenler arasındaki Bursa delegesi Ahmet Nuri ise, şöyle diyordu:

"Kendimizi tümüyle âciz ve çaresiz kalmış görerek, 'bizi kurtarın' diye şuna buna yalvarmak gibi bir zillete bu millet dayanamaz. Ya ölürüz ya istiklal-i tam sahibi oluruz!"

Manda tartışmaları kongre bitiminde de sürüyordu. Örneğin, bir gece "milli hareketin liderinin" odasındaki sesler dışarıya taştı..

Genç Tıbbiyeli delege Hikmet, sesini yükselterek heyecanla:

"Paşam, üyesi olduğum Tıbbiyeliler beni buraya İstiklâl davamızı başarmak yolundaki çalışmalar için gönderdiler. Mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olursa olsun şiddetle reddederiz. Örneğin, manda düşüncesini siz kabul ederseniz sizi de reddeder, Mustafa Kemal'i 'vatan kurtarıcısı' değil, vatan batırıcısı' ilan eder ve şiddetle kınarız!.." diyordu.

Mustafa Kemal de heyecanlanmıştı:

"Evlat (Çocuk!) müsterih ol. Gençlikle gurur duyuyorum. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklâl ya ölüm!."

Bu sözler üzerine Hikmet, "Var ol Paşam" diyerek Mustafa Kemal'in ellerine sarılıp öperken; Paşa da genci alnından öptü; "Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbâli size, genç kuşakların anlayış ve enerjisine bağlanmıştır" dedi.

Dönemin gazetelerinde yer alan bu haberi de "kaydeden" Mazhar Müfit, yıllar sonra şöyle diyecekti:

"Mustafa Kemal Paşa, yıllardan sonra 'Acaba bizim Sivas Kongresi'ndeki biricik ateşli genç tıbbiyelimiz nerede?' diye sormuştu. Hikmet'i milletvekili yapmak istiyordu. Bulunamadı, 'ölmüş..' dendi. Halbuki, geçen sene hayatta olduğunu, albay rütbesine yükselmiş olarak bir askerî hastanenin başhekimliğinde bulunduğunu memnuniyetle öğrendim.

"İŞTE "GERÇEK MUSTAFA!"

Falih Rıfkı Atay "M. Kemal'in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs" adlı kitabında anlatıyor.

Gündüzleri en ciddi işleri, ayaküstü, şaka eder gibi yapışı vardı. Bunlardan biri İngiliz harp gemilerinin limandan çıkması için ordu kumandanına verdiği ultimatomdur.

Bazıları telaş etmişler:- Buraya kadar her şey iyi gitti, şimdi İngiltere ile harbe tutuşacağız, aldıklarımızı da geri vereceğiz, demişlerdi.

Bizim bile, hele bir mütareke yapalım, İngiliz gemilerinin birkaç zaman daha İzmir limanında kalmasından ne çıkar, diyeceğimiz geldi. Fakat mühlet saati geldiğinde donanmanın ufuklara doğru kaybolduğunu gördük.

İstanbul'daki Fransız Generali Pelle'nin Göztepe Köşkü merdivenlerini nasıl sarararak çıktığını hatırlıyorum. Konuşmadan sonra Mustafa Kemal diyordu ki:

Bana, Boğazlar üstüne yürüyen kıtaları durdurmamı teklif etti. Ben de, muzaffer orduları hiçbir yerde durdurmak mümkün olmadığını, hemen mütareke yapmaya karar vermelerini söyledim!

Bir müddet durdu, güldü:

Muzaffer ordular, dedi. Bunlar o kadar dağıldılar ki toplamaya kalkışsam kim bilir kaç hafta sürer!

İşte "gerçek Mustafa" bu!.. Hiçbir yalanla gizlenemeyecek kadar büyük olan Mustafa Kemal "dinsiz olmadığı" gibi, anti-emperyalist idi. İşte bizim anladığımız ve andığımız Mustafa Kemal bu.

Bir tarih belgesi..

ATATÜRK'Ü TUTUKLAMAYA GELENİNGİLİZ KOMUTAN!..

Yıl 1941. Artık emekli olmuş İngiliz İşgal Tabur Komutanı Mr. Salter, uçuş eğitimi için İngiltere'de bulunan Türk pilotu Kemal İntepe'ye anlatıyor:

1919 yılında Piyade Binbaşı olarak Samsun'daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul'daki Komutanlığımdan "Mustafa Kemal adında bir Türk Paşası'nın, Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan görevli olarak ayrıldığını, vapurdan gönderdiği telgrafta istifa ettiğini, şayet Samsun'a gelecek olursa tutuklanmasını" bildiren şifreli bir telsiz telgrafı aldım.

KARA KALPAKLI, SERT BAKIŞLI KİŞİLER..

İngiliz işgal komutanı Samsun'a indiğinde kaynayan kalabalıklar görür. Siyah çizmeli, külot pantolonlu, kara kalpaklı, sert bakışlı kişilerin çokluğu dikkatini çeker. Dört gün önce İzmir işgal edilmiş, durum kritiktir.

"..Bütün gece hiç uyumadan yatağımda döndüm durdum. 19 Mayıs sabahı erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Bir olay çıkmaması için taburumla iskele ve civarını kordon altına aldım.."

Bu arada, her İngiliz askerinin arkasına siyah çizmeli ve kara kalpaklı kişiler -muhtemelen tebdili kıyafet etmiş Türk zabitleri- usulca sokulmuştur. Kentin ileri gelenleri ve halk sandallarla vapura doğru akın etmeye başlar.

"..Görevimi iskelede yapamayacağımı anladım. Yardımcıma gerekli talimatları verdikten sonra motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Vapura ilk varan ben oldum. İki silahlı erimi motorda bırakıp Rum tercümanımla birlikte vapurun merdivenlerine tırmandım. Beni selamlayan iki tayfaya, gemideki yolcu generali görmek istediğimi bildirdim. Bir tanesi bizi salon kapısına kadar götürdü. Tam zamanı diye düşündüm."

"BEN VE TABURUM EMRİNİZDEDİR!.."

İşgal komutanı kararlı adımlarla salona doğru ilerler, kapı yarı açık, herkes ayaktadır:

"..Kapıda durdum. Herkes ayaktaydı. Ortadaki sarışın mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze geldim. Bir anda ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verdikten sonra farkında olmadan ağzımdan şu sözler döküldü:

Ben ve taburum emrinizdedir!..

Evet, bunu nasıl söylemiştim!.. Daha önce böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Tercümanım bir an durakladı, dönüp bakınca toparlandı ve sözlerimi Türkçe olarak iletti. Mustafa Kemal Paşa'nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi."

Yukarıdaki satırlar Emekli Piyade Kıdemli Albay Mustafa Başel'in "Bir Başka 19 Mayıs" adlı makalesinden. Bizi bu makaleden haberdar eden ise Emekli Hava Albay Hüseyin Avni Güler (Ceviz Kabuğu programı, Avrasya Televizyonu, 13.02.2009).

"BAŞKA TÜRLÜ HAREKET ETSEYDİM.."

İngiliz işgal komutanı yıllar sonra ülkesine döndüğünde divanı harbe verilir.

Savunmasının sonunda şunları söyler:

"..Görüyorsunuz sayın hakimler, karşınızdaki bu subay Başbakanımızın (L. George) bahsettiği 20. asrın dâhisi ile hem de hiç beklemediği bir anda karşı karşıya, göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?.. Hiçbir şey!.. Başka türlü hareket etseydim eğer, bugün benimkiyle beraber bütün taburun mezarlarını ziyarete gidecektiniz. Şimdi eceli ile ölmüş üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş ve ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir!.."

NOT. Hulki Cevizoğlu’ndan alıntıdır.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve aydinyeniufuk.com.tr sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.